26 Aralık 2017 Salı

Napoli

Dünyadaki en güzel pizzayı yiyebileceğiniz şehirdir Napoli. Kuzey ve orta İtalya'dan farklı olarak parksız, tıka basa binalarla dolu, İtalya'nın güneyinin zamanında Grek kültürünün etkisi altında olduğunu ispatlarcasına İtalyandan ziyade büyük Yunan şehirlerini andıran Napoli. 2011 yılındaki ilk ziyaretim sonrası 2017'de bir kez daha 2 geceliğine ziyaret etme şansım oldu.

Ulaşım:

Napoli'ye THY'nin tarifeli seferleriyle ulaşabilirsiniz. Her gün İstanbul'dan uçuş var. Havaalanından taksiyle şehir merkezine ulaşım fiyatı sabit 25 €'ymuş. Taksimetre daha az yazıyor ama nedense... Trenle Napoli'ye geldiyseniz trenden indiğiniz meydanın adı Piazza Guiseppe Garibaldi. Buradan metroyla istediğiniz yere ulaşabilirsiniz. Tek binişlik metro kartı 1.10 €.

Konaklama:

Napoli şehir merkezini gezerken kendinizi İstanbul Aksaray'da geziyor gibi hissedebilirsiniz. Şehrin bakımsız ve üzeri graftilerle dolu binaları şehrin ekonomik durumunun da göstergesi aslında. Koca İtalya'da belki de gelir dağılımında en çok uçurum olan şehir Napoli olabilir. Doğru düzgün yeşil alanlar yok, trafik tam bir keşmekeş, binalar içiçe... Biz konaklama için "B&Be" otelini tercih ettik. Otel dediğimize bakmayın, bir binanın tadilattan geçirilip içinde tuvalet ve banyo bulundurulan iki odalı otele dönüştürülmüş hali burası. Ancak geniş tavanlı, ferah, temiz ve bakımlı bir oteldi. Fiyatları da 3 kişilik oda için gecelik 50 € civarıydı booking.com'da.

Yeme İçme:

İşte Napoli'yi ziyaret etmek için en önemli sebep! Pizzanın ana vatanı olan Napoli tam bir yemek cenneti. Dünyaya pizzayı tanıtan bu şehirde yediğiniz pizzaları başka bir yerde bulamazsınız. Size en beğendiklerimi sıralayayım müsaadenizle.

Di Matteo: İşte gerek lezzeti gerekse de fiyat performans oranıyla en başarılı mekan burası. 4 €'luk Margaritha Pizzası enfes. 5 € ödeyeceğiniz Buffalo peynirli Margaritha Pizzasıysa dillere destan. Mekan pazar günleri kapalı diğer günlerse öğlen ve akşam saatlerinde açık. Kapıda sıra beklemeye de hazır olun çünkü talep çok yüksek. Yemekten sonra öyle çok oturulacak bir mekan da değil çünkü sırada bekleyen çok kişi var aşağıda. Mutlaka ziyaret edilmesi gereken bir pizzacı.


Pizzeria Le Sorello Bandiera: Burasının fiyatları Di Matteo'dan daha yüksek ama pazar günleri de açık bir mekan burası. Pizzaları yine gayet lezzetli.

Bu ikisi dışında Da Michele de çok övülen bir pizzacı ama pek merkezi olmadığından gitme şansım olmadı hiç. Siz yine de yolunuz düşerse bi ziyaret edin. Ayrıca Gino Sorbillo'nun pizzaları da çok övülüyor, aklınızda olsun.

Sartu: Burası pizzacı değil, daha çok geleneksel ve modern yemekleriyle Michelin yıldızı alamasa da Michelin Guide'ına girmiş küçük bir restoran. Mutlaka rezervasyon yaptırarak gidin; biz rezervasyon yaptırdığımız saatten yarım saat erken gitmiştik mutfak müsait değildi. Porsiyonlar çok küçük, İngilizce menüleri yok, ben yediğim yemekleri hiç beğenmedim ama masaya gelen kimi et yemeklerini arkadaşlarım beğendi. Bütçenizi zorlayıp farklı şeyler denemek istiyorsanız gidin sadece, yoksa hiç gerek yok.


Toto Eduardo E: Çok kendi halinde bir restoran burası. Kaldığımız otele yakın olduğu için otel sahibinin tavsiyesiyle gittik. Yine İngilizce menüleri yok, al dante makarnaları fena değil, pizzası idare eder. Fiyatlar da orta karar, ne ucuz ne çok pahalı.

Gezilecek Yerler:

Via Toledo:


Napoli'nin en işlek caddelerinden biri burası. Etrafta bir çok markanın mağazaları yer alıyor. Bir kısmı trafiğe kapalı, alışveriş yapmak isteyenler için bir çok seçenek var.

Via Benedetto Croce ve Via dei Tribunali:

Bu iki trafiğe kapalı cadde turistlerin en çok rağbet ettikleri yerler. Yukarıda bahsettiğim Di Matteo'yla Sorbillo burda. Ayrıca bolca kafe ve restoran da bu dar, haftasonları aşırı kalabalık sokaklarda yer alıyor.

Sotterranea:

Napoli'de gezmekten en çok keyif aldığım yer bu yeraltı dehlizleri oldu. Binlerce yıl öncesinde burada yaşayanların kazdığı bu yeraltındaki dehlizleri gezmek için uygun saatlerde düzenlenen turlara katılmanız gerekiyor. Tur saatinde kapıda yer alırsanız (giriştekilerin çoğu İtalyanca tur için bekliyor, yandan geçip İngilizce turu sorarsanız boşuna sıra beklememiş olursunuz) 10 €'luk biletlerle yaklaşık 1.30 saat Napoli'nin altında dolaşma şansınız olur. 

Museo Archeologico Nazionale - Ulusal Arkeoloji Müzesi: 

Sabah 9'dan akşam 7.30'a kadar açık olan bu müze tarihe ilgisi olanlar için ideal. İçeride ayrıca 18 yaş üzerindeki ziyaretçilere açık olan kısımda yıllarca gözlerden uzakta tutulmuş erotik sanat eserleri, cinsel ilişki tasvirleri ve fallik objelerden oluşan bir koleksiyon da görülebilir. Müzenin bu kısmı çok tartışmalı olduğundan değişik dönemlerde kapatılıp sonra yeni bir tartışma sonrası yeniden açılabiliyor. Son durumu internetten araştırabilirsiniz. 

Pompei:

Napoli'ye gelip de Pompei'yi gezmemek olmaz. 12 €'luk biletlerle ziyaret edilen Pompei'ye biz araç kiralayıp gittik. Pompei'yi tam olarak gezmek için en az 3 - 4 saate ihtiyacınız olduğunu unutmayın. En hızlı tur 2 saati geçer. Stadyumu (zamanında Pink Floyd'un seyircisiz Live in Pompei konserini verdiği yer), hala duvar resimleri duran genelevi, sokakları ve meydanlarıyla bu MS 79 yılında Vezüv'ün patlaması sonucu lavlar altında kalan şehrin yakınlarında yine benzer Herculaneum da yer alıyor. Pompei'den biraz daha küçük bu şehir de yine lavlar altında kalıp sonrasında keşfedilmiş.

Amalfi:


Aslında Amalfi tek başına gezilmeyi hakeden bir yer lakin biz arabayla Salerno'dan Positano'ya kadar kıyı şeridini geçerken uğrayabildik Amalfi'ye. Bahsettiğim yolda araç sürmek tam bir adrenalin patlaması yaratıyor. Benim gibi yükseklik korkunuz varsa işiniz biraz zorlaşıyor haberiniz olsun. 2 şeritli (bir gidiş bir geliş) bol virajlı yolda sürekli ayağınız frende olmalı. Dik yamaçlara kurulmuş Ravello, Amalfi ve Positano rengarenk ve birbirinden güzel evleriyle özellikle yazları çok ilgi çeken yerler. Sahilleri, restoranları ve sokaklarıyla sırf burada (özellikle Positano'da) tatil yapmak için buraya gelinir.

Capri:

Yazın bir bot turuyla ziyaret etme şansı buldum Capri'yi. Çocukken dilimize pelesenk olan Kapri San reklam cıngılında bahsedilen Kapri burası işte. Avrupa jet sosyetesinin evlerinin (ev dediğime bakmayın, çoğu lüks malikane) bulunduğu bu adadaki oteller de üst gelir grubuna hitab edecek şekilde. 

Fotoğraf Listesi:

1- Pompei Stadyumu. Pink Floyd'un Live in Pompei çekimleri bu stadyumda yapılmış. Aynı stadyumda 2016 yılında grubun solisti ve gitaristi David Gilmour solo bir konser de vermiş. Stadyumun altında Pink Floyd konseriyle ilgili bir sergi yer alıyor. 
2- İşte günümüz Napoli'si böyle bir yer. Binadan binaya asılmış çamaşırlar, daracık sokaklar, tıka basa binalar... Bu yerleşim ilk başta son yıllarda tarihe önem vermemek nedeniyle şehirleşmenin sorunlu olması gibi duruyor ama biraz incelenince bundan 500 sene Roma kalıntıları üzerine binalar yapıldığı anlaşılıyor. Yani İtalya'nın kuzeyinden farklı olarak bu bölgede şehirleşme hep sorunluymuş. 
3- Karşılaştırma yapmak için 1900 sene önce lavlar altına gömülen Pompei sokakları.
4- Pompei cinselliğin sınırsızca yaşandığı bir şehir olarak bilinir hep. Vezüv'ün patlayıp Pompei'yi lavlar altında bırakması da Tanrıların bu sınırsızlığı cezalandırması olarak sunulmuştur. İşte bu fotoğraflardakiler de Allah'ın taş ettiği günahkarlar gibi görünse de aslında lavların arasındaki boşluklara beton dökülerek elde edilen heykeller. Kısaca anlatacak olursak insanların kaçmasına fırsat vermeyecek şekilde şehri metrelerce lav ve külle kaplayan patlama sonucu lavlar arasında kalan insanların bedenleri zaman içinde çürüyüp yok oluyor. Kazılar sırasında lavlar arasında boşluklar görününce bu boşluklar kalıp olarak kullanılıp içine birnevi beton bökülüyor ve ortaya bu heykeller çıkıyor. Neredeyse 2000 yıl önceden gelmiş taşlaşmış insan görünümlü heykeller...
5- Deniz kenarındaki Pompei cinselliğin sınırsızca yaşandığı bir şehirdi demiştik az yukarıda. İşte bazı duvarlarda görülen bu oklar şehre gelmiş denizciler için duvarlara işlenmiş. Her milletten denizci erkekler aylarca karaya ayak basmadan yolculuk yaptıktan sonra karaya yanaşınca hemen geneleve gitme derdine düşüyorlarmış. Hem dil bilmeyenler kolayca yolunu bulsun hem de şehrin namuslu insanlarıyla yüz göz olmasınlar diye limandan geneleve kadar bu oklar yolu gösteriyormuş. 
6- Pekii, denizciler geneleve geldi. Derdini nasıl anlatacak? Kim bilir hangi milletten bu denizci; canı sarışın mı ister, esmer mi ister? Genç mi ister olgun mu, yoksa o dönem normal karşılanan çocuk mu? Kız mı oğlan mı? Hadi onu seçti peki hangi pozisyonda istiyor? İşte 'hizmette sınır yoktur' prensibiyle hareket eden müessese bu dertlere de derman olmak için duvarlara resimler çizmiş, işletmeyi ziyaret eden müşteriler de bu resimlerden ne istediklerini kolayca işletmeciye gösterebilmişler.
7- Napoli'de yer altına oyulan dehlizler önceleri güvenli sığınak olarak kullanılmış. Yeryüzüne çıkarılan taşlarla da şehirdeki binalar inşa edilmiş. İşte taşlar resimde gösterilen asansör benzeri vinçle taşınmış yukarılara. Bu dehlizler Roma döneminde şehrin su ihtiyacını karşılamak için de kullanılmış. 
8- İşte Amalfi kıyıları. Amalfi'de otopark bulmak büyük sıkıntı. Biz Kasım ayında dahi çok zorlandık, yazın düşünemiyorum sahildeki trafiği.
9- Vee Amalfi'den çıkıp devam ederken dolunay dağların arkasından yüzünü göstermeye başlıyor. 

Önerilen Sayfalar:

Torino'da Bir Haftasonu
Bologna'da Porticolar Altında Bir Gezi 
Floransa
Çarşılı Köprüler - Irgandı, Rialto ve Vecchio
Venedik'te Bir Gün
Günübirlik Milano
Pisa
Siena, San Gimignano ve Palio Yarışı
Roma'nın Mimari Şaheserleri



19 Kasım 2017 Pazar

Kıbrıs Mağusa

Aylardan Mart, İstanbul'un soğuğundan Kıbrıs'a kaçmak için uygun bir zaman. Kıbrıs da henüz baharın başında ama her taraf yemyeşil. Günübirlik Mağusa'ya gidecek bir fırsat yaratıp vuruyoruz yollara. 

Mağusa:

Rum bölgesiyle sınırı olan, hemen bitişiği yıllardır haberlerde duyduğumuz Maraş bölgesi olan Mağusa'nın özellikle 2017'de restorasyon geçiren şehir surlarının içi gezmesi çok keyifli bir bölge. Ercan Havaalanına yaklaşık 50 km mesafedeki Mağusa'nın kuzeye doğru devam eden sahil şeridindeki kumsalları da yazın denize girmek için güzel bir seçenek. 

Yeme İçme:

Ekor: Mağusa'ya sabah vardığımızdan kahvaltılık bir yer arıyoruz önce. Lefkoşa yolu tarafında ama yolun arkasındaki sokakta yer alan Ekor 24 saat açık bir mekan. Hem pastane hem restoran hem kahvaltı salonu hem çay bahçesi... İlginç bir mekan. Hellimli poğaçaları lezzetliydi. 

Kel'in Yeri: İskele yolu üzerinde Salamis Harabelerini geçtikten sonra kara tarafında kalan bir kebapçı. Kışın etraftaki köylerde mekanların tamamı kapalı ama bu yol üstü lokantası açıktı neyse ki. Şeftali kebabı yiyen arkadaşım beğendi ama muhtemelen köy helliminden yapıldığı için ızgara hellimi bana çok tuzlu geldi. 

Petek Pastanesi: Hemen sahilde şehrin ana giriş kapısının orda yer alan Petek Pastanesi Mağusa'nın en eski pastanelerinden biri. Kahvaltı için burayı da tercih edebilirsiniz. Ya da en azından gezmekten yorulunca bir çay kahve molası verilebilir. 

Hamam Inn: Cafer Paşa Hamamı içinde yer alan bu kafe bir şeyler içmek için uygun bir mekan. Biz bi kahvesini içtik. 

Bir de Venedik Sarayı'nın ortasında nar - portakal suyu satan aynı zamanda ağacın altında bir kaç masada karton bardakta kahve servisi yapan bir mekan daha var Mağusa'da bahsini geçirebileceğimiz. Yine mola vermek için göz önünde bulundurun burayı da deriz.

Ulaşım:

Mağusa'ya Ercan Havaalanından Kibhas servisleri çalışıyor. Ayrıca Girne'de merkezden Mağusa'ya giden dolmuşlar da var. Biz kendi arabamızla sabah trafik yokken Girne'den 1 saatte gittik. Dönüşte akşam trafiğine denk gelince 1.30 saati geçti dönmemiz. Yolda sürekli kamerayla hız ölçümü yapıldığını da söyleyeyim. 

Gezilecek yerler:

Öncelikle Suriçi harici iki mekan ziyaret ettik onlarla başlayayım. 

Aziz Barnabas Manastırı:

Bilmeyenler için kısaca belirteyim: Aziz Barnabas Hristiyanlar arasında olduğundan belki de daha fazla Müslümanlar arasında meşhur olan bir Hristiyan azizidir. Özellikle yazdığı İncil Katolik kilisesi tarafından kabul görmediğinden ve içinde İsa'dan sonra bir peygamberin geleceğinin belirtildiği iddiası nedeniyle popüler dini tartışmalarda kendisinin ismiyle bolca karşılaşabilirsiniz. Ara ara da Barnabas İncili'nin Türkiye'de saklandığı haberleri düşer basına. Hakkari'de 1980'lerde Aramice bir versiyonunun ele geçtiği, Kıbrıs'ta 2000'lerde ele geçen bir İncilin Barnabas İncili olduğu, Barnabas İncilinin bugün Genelkurmay Başkanlığında saklandığı gibi haberler... Barnabas İncili'ni merak edenler internette araştırabilir ama Aziz Barnabas'ın mezarını merak edenler Mağusa'ya yolu düştüğünde bu mezarı, Aziz Barnabas Manastırında sergilenen İkonaları ve avlunun etrafında sergilenen, en eskisi 5000 yıl öncesine tarihlenen çanak çömlek eserleri gezebilirler. 

Salamis Harabeleri: 

Yolun deniz tarafında Aziz Barnabas Manastırının aksi yönündeki Salamis harabelerini gezmek en az bir saatinizi alır haberiniz olsun. Sahne arkası olmasa da anfitiyatrosu bugün hala temsil sergilenebilecek durumda. Hamam kalıntıları hemen girişte ve bazı odalarda günümüze kadar ulaşmış mozaik kalıntılarını bile görmek mümkün. İlerleyen kısımlarda kilise ve villa kalıntıları, su deposu, yollar ve diğer kalıntıları görebilirsiniz. 

Suriçi

Gelelim Suriçine. Mağusa'nın en beğendiğim kısmı burası oldu. Şehrin kendine has dokusunu o kum rengi taşlardan yapılmış binalar arasında dolaşırken hissetmek çok güzeldi.

Şehrin ana giriş kapısı olan Kara Kapısı'ndan geçtiğinizde hemen sol tarafta Turizm Ofisi karşınıza çıkacak. Özellikle suriçindeki tarihi yapıları tanıtan ücretsiz haritayı almanızı tavsiye ederim. Yok basılı versiyonununu değil pdf versiyonunu isterseniz o zaman indirmek için buraya tıklayın.

Biz merkeze gitmeden soldan başladık dolaşmaya. Önce karşımıza 1360'larda yapılan Nestoryan Kilisesi çıkıyor. Mağusa'daki yapıların çoğu yapılış tarihlerine bakarsak gayet iyi durumdalar. Hemen yan tarafındaki Sen Anna Latin Kilisesi de öyle. 

Değişik zamanlarda çok farklı cemaatlere ev sahipliği yapmış olan Mağusa'da biraz daha yürürseniz karşınıza Sen Mary Ermeni Kilisesi çıkacak. Zamanında başka Ermeni Kiliseleri de varmış ama günümüze kadar bir tek 1907'de tadilattan geçe bu küçük kilise ulaşmış. 

Ermeni Kilisesinin hemen yan tarafı Tophane Tabyasıdır. Surların kuzeybatısında yer alan bu tabyadan sonra biraz içlere saparsanız Yeraltı Kilisesi ve Keltikli Hamam sırasıyla karşınıza çıkacak. Bugünlerde sokakları ıssız Mağusa'nın yüzlerce sene önceki halini gözünüzün önüne getirmeyi kolaylaştıran bu yapılardan sonra asıl Mağusa'nın meşhur kısımlarını görmek için merkeze yöneliyoruz. 

Önce karşımıza Othello Kalesi çıkıyor. Shakespeare'in Kıbrıs'ın bir liman kentinde geçen tragedyası Othello'da anlatılan kalenin burası olduğuna inanıldığından İngilizler zamanında kaleye Othello Kalesi adı verilmiştir. Bugün sapasağlam ayakta olan kalenin ana giriş kapısının hemen üstünde Venedik'in sembolü kanatlı aslan amblemi taşıyan taş kabartma bulunmaktadır. 

Othello Kalesi'nin güneybatısında Latinlerin Sen George Kilisesinin kalıntıları yer alır. Buradan merkeze geçerseniz de önce Lala Mustafa Paşa Camii karşınıza çıkacaktır. Bir benzeri Lefkoşa'da da görülebilecek bu gotik kiliseden camiye çevrilmiş yapı önceleri Sen Nicholas Katedrali'ymiş. Lüzinyan'lar döneminde inşa edilen yapı 1571'de camiye dönüştürülmüştür. 

Venedik Kraliyet Sarayı tam merkezde yer almaktadır. Sarayın avlusundaysa Namık Kemal'in, Vatan Yahut Silistre oyununun sergilenmesi üzerine sürüldüğü Kıbrıs'ta 38 ay sürgün olduğu zindan yer almaktadır. 

3 kilometrelik surlarla çevrili Mağusa merkezinin güneydoğusuna doğru dolaşırsanız yine sevimli evler ve tarihi kalıntılar karşılayacak sizi. Mağusa suriçi tarihi havasını çok güzel korumuş, yapılaşmaya izin verilmemiş bir yer. Yavaş yavaş restore edilen tarihi yapılar tamamen ortaya çıkarıldığında çok daha güzel olacağı da belli. Yolunuz düştüğünde keyifle tadını çıkarmanızı dilerim. 

Önerilen Sayfalar:


Kıbrıs'ın Kaleleri ve Yiyelim İçelim
Kıbrıs'ın plajları, Karpaz ve Son Kale Bufavento
- Malta
Bozcaada'da Kısa Bir Tatil
Gökçeada

26 Ekim 2017 Perşembe

15. İstanbul Bienali

Ve iki yılın ardından İstanbul yine Bienal havasına girdi. Bir öncekinde şehrin çok çeşitli yerlerine yayılmış sergilerle karşılaşmıştık. Bu sefer işimiz daha kolay gibi; toplam 6 mekan var ve en uzağı Koca Mustafa Paşa Hamamı. Galata Rum İlköğretim Okulu, İstanbul Modern, Pera Müzesi, ARK Kültür ve Yoğunluk Sanat Atölyesi diğer mekanlar.

16 Eylül - 12 Kasım 2017 tarihleri arasında İyi Bir Komşu temasıyla düzenlenen 15. İstanbul Bienali şehri çağdaş sanatın dünyada hatırı sayılır mekanlarından birine dönüştürünce İstanbul'un diğer müze ve galerileri de boş durmamış, sezonun önemli sergilerini bu tarihlere denk getirmeye çalışmışlar. Gezdikçe yeni sergilerle güncellemek üzere başlayayım gördüklerimi anlatmaya.

15. İstanbul Bienali

Öncelikle Bienalin bu sene küratörler Elmgreen & Dragset’in elinden çıkmış İyi Bir Komşu teması bir arada yaşama konusunu gündeme taşıyarak ilgi çekici bir iş ortaya çıkarma potansiyeli taşırken ne yazık ki Bienal kapsamındaki işler bu açıdan çok da doyurucu değil. Konseptin içini doldurmak konusunda yetersiz kalmak ve konunun özüyle bağlantı kurmakta zorlanmak bir yana özellikle şimdiye kadar hep ana mekanlardan biri olan İstanbul Modern'deki işler ne yazık ki çok sönük ve derdini anlatmaktan uzak kalıyor. Teker teker bakalım mekanlara.

İstanbul Modern:

Önce güzel bir kaç işe değinmek istiyorum. Normalde favorim değildir videolar; vurucu yerleştirmeler her zaman beni çok daha fazla etkiler. Ne yazık ki İstanbul Modern'de böyle işlerle karşılaşamadım. En beğendiğim iş Volkan Aslan'ın Evim Evim Güzel Evim videosu oldu. Son yıllarda hep trajik öykülerle karşımıza çıkan tekneyle göç etme olgusuna teknedeki evle yeni bir pencere açıyor sanatçı. Evin içi ile dışını, yaşam alanının sınırlarını sorgulayan bir iş çıkıyor karşımıza. İstanbul Modern'de bir diğer beğendiğim iş de Güney Kore'de yaşayan Kim Heecheon'un Halter Kaldırmak videosu oldu. Bir ölümün ardından izleri takip eden anlatıcı yaşadığımız dünyaya paralel sanal dünyada devam hayatımızı gözler önüne seriyor. Bu ikisi dışındaki işler derdini anlatmaktan çok uzak geldi bana. Yonamine'in işleri Burhan Doğançay'ın yıllar önce yaptıklarının yanında çok sönük taklitler gibiydi. Young-Jun Tak'ın ters duran mobilyaları artık sanal ortamda bile ucuz bir eğlence malzemesine dönmüş ters ev kavramını yeni bir forma sokmaktan çok uzak. Tek tek değinmeyeyim ama diğer işler de eski Bienallerin yanında çok sönüktü.

Pera Müzesi:

İstanbul Modern'den daha az ama çok daha doyurucu işler vardı Pera Müzesi'nin üç katına yayılmış salonlarında. En üst kattan başlayacak olursak Tsang Kin- Wah'ın Dördüncü Mühür - O Gayesiz Ve O İkinci Defa Ölmek İstiyor isimli işi zihnin içinde dolanıp duran düşüncelerin hayat bulmuş formu gibiydi. Pera'da en beğendiğim işlerden biri o oldu. Alejandro Almanza Pereda Bienal açılmadan işleriyle ilgili haberler gelmeye başlayan bir isimdi. En üst katta ve ikinci katta sergilenen betona hapsolmuş doğa resimleri ile doğanın şehirleşmeyle yok edilmesi kadar estetiğin de modernlikle yok oluşu üzerine düşündürüyor. Hemen yan taraftaki Njideka Akunyili Crosby'nin üç tablosu da imgelerden üretilmiş imgeler olarak karşımıza çıkıyor. 

Dördüncü katta Vajiko Chachkhiani'nin ilgimi çekmeyen videosunu geçiyorum. Yan tarafta Sim Chi Yin'in Sıçan Kabinesi, penceresiz sığınaklarda yaşayan işçilerin yaşam alanlarını gün ışığına çıkararak ilgi çekici kareleri bize ulaştırıyor. Bu katta bir diğer beğendiğim iş de Gözde İlkin'in buluntu kumaşlarla yarattıkları oldu. Gerek çizimler, gerekse de işleme ve dikişlerle bu ortak hafızada yer etmiş desenlere sahip kumaşlardan yüzü seçilemeyen insanların bir arada olduğu tablolar çıkaran sanatçı geçmişle bugünü yerel öğeler eşliğinde başarılı bir şekilde bir araya getiriyor. 

Üçüncü katta üç sanatçının eserleri yer alıyor. Lee Miller'ın çektiği resimlerdeki tekinsizlik bir an ilgimi çekse de asıl Fred Wilson'un Afro Kısmet enstalasyonu eski eserlerdeki detayları gün yüzüne çıkararak sanat eserlerinde yeni bir okuma nasıl yapılır konusunda başarılı bir örnek çıkarıyor karşımıza. 

Galata Özel Rum İlköğretim Okulu:

Rum Okulu'nun girişinde bizleri Pedro Gomes-Egana'nın Eşyaların Etki Alanı karşılıyor. Yeraltı'ndaki hareketlerin yukarıda yarattığı değişimleri sorgulayan bir performans bu. Bir üst katta en ilgi çekici iş Heba Y. Amin'in 'Kuşlar Uçarken' videosuydu. 1995 Mısır yapımı 'Birds of Darkness' filmindeki dialogları kuş görüntüleri üzerine yerleştiren bu işte uygulamadan ziyade fikri çok başarılı buldum.

2. katta Bilal Yılmaz'ın Kirli Kutu isimli işi İstanbul haritası üzerinden kaybolmakta olan zanaatlere ve burdan yola çıkıp şehrin ruhuna ışık tutuyor. Bir hapishanede etrafı aydınlatan projektör misali hareket eden robotik kol ucundaki lamba şehir haritasını duvara yansıtırken ara ara belirli bölgelere odaklanıyor. Bu kattaki bir diğer odada Andrea Joyce Heimer'in resimleri karşılıyor bizleri. Kendi kişisel tarihini perspektifi bozarak oluşturduğu tablolar ve onlara eşlik eden notlarla göz önüne sunan Heimer'in işleri samimiyeti yansıtış şekliyle en beğendiğimiz işlerden biriydi. Morag Keil ile Georgie Nettell'in 'Günlük Hayatın Faşizmi' isimli videosu İngiltere'den yola çıkıp yeni neslin bugünün ekonomik koşulları altında barınma ihtiyacını karşılamakta ne kadar zorlandığına ışık tutuyor. Rum Okulu'ndaki en beğendiğim iş Jonah Freeman ile Justin Lowe'nin Gölgede Senaryo yerleştirmesi ve videosu oldu. Retro fütüristik bir ortam tasarımı (ki Herman Kahn'ın 1967'de yayınlanan 2000 Yılı kitabına dayanıyor) ardından da bu geçmişte yapılmış gelecek tasarımının 1.30 saatlik video çok keyifli bir seyir sunuyordu. 3. katta Erkan Özgen'in Harikalar Diyarı videosu duyma ve konuşma engelli Muhammed'in Ocak 2015'te IŞİD tarafından kuşatılan Kobani'de yaşadığı travmaları beden diliyle anlatması üzerine kurulu. Beden dilinin ne kadar gerçek bir anlatım olduğunu gösteren sade ama çok vurucu bir videoya imza atmış Özgen. Bu kattaki bahsedeceğim son iş Lungiswa Gqunta'nın kırık cam şişelerinden ürettiği 'Çimen' isimli enstalasyon. Geçişi engellemek için bahçe duvarları üzerine yerleştirilen keskin cam şişeler bu sefer zenginlik sembolü olan çimenden bir bahçe olarak karşımıza çıkıyor. 

En üst kattaki Leander Schönweger'in 'Ailemiz Kaybetti/Kayboldu' isimli yerleştirmesi içiçe geçmiş odalardan oluşan bir labirent. Gittikçe küçülen kapılarla odadan odaya geçerek içinde ilerlenen bu labirent modern kentlerde mekanda kurulan/kurulamayan ilişki ve kaybolmuşluk duygusunu başarılı bir şekilde hissettiriyor. 

Gelelim Bienal'e paralel düzenlenen etkinliklere.

Ai Weiwei
Porselene Dair
Sakıp Sabancı Müzesi
12 Eylül - 28 Ocak

Ai Weiwei son yıllarda sadece kültür sanat sayfalarında değil aktivist kimliğiyle dış politika sayfalarında da bolca karşımıza çıkan bir isim. Ülkesindeki rejimle yaşadığı sıkıntılar kadar günümüzün en önemli konularından göç etrafında yaptığı çalışmalar da onu sürekli gündeme taşıyor. Sakıp Sabancı Müzesi Ai Weiwei'nin porselen işlerini ön plana çıkaran bir sergi açacağını duyunca açıkçası beklentim çok da yüksek değildi. Buram buram Çin kültürü kokan sergide Ai Weiwei porselenle çok ilgi çekici işler de çıkarmış ama serginin tamamı için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Kendi kişisel hikayesini işleyen kimi işler biraz fazla drama sırtını yaslamış gibi geldi bana. Tamam baskıcı rejimlere lanet olsun, tamam çok zor şartlardan geçmiş sanatçı ama yine de kişisel acıların bu kadar göze sokulduğu bir sergiyle karşılaşınca ister istemez Acıların Kadını Bergen geldi gözümün önüne. Neyse, çok da kötü değildi şimdi hakkını da yemeyeyim. Legolarla yaptığı duvar halısı benzeri işler, porselen çiçek tarlası, Çin vazolarına deforme olabilen elastik malzemeymişçesine yaklaşımı ilgi çekiciydi. 

Canan 
Kaf Dağı'nın Ardında
ARTER
12 Eylül - 24 Aralık

Daha önce İstanbul Modern'de işlerine rastladığım Canan'ın Kaf Dağı'nın Ardında sergisi Bienal döneminde karşıma çıkan işler arasında en beğendiklerimden biriydi. Üç kata yayılan sergi yukarıdan aşağıya Cehennem, Araf ve Cennet bölümlerinden oluşuyor. Doğu mistisizmi, masallar ve mitolojiden faydalanarak buram buram bu topraklar kokak işlere imza atmış Canan. Bizleri yabancılaşmanın günümüzde ulaştığı noktadan uzaklaştırıp gerçekle, var olanla yüzleştirmeye çalışan bir kadınsı dokunuş var Canan'ın işlerinde.

En üstteki Cehennem katındaki Garaibü'l-mevcudat serginin de en başarılı işlerinden biriydi. Işıklar yandığında karşımıza çıkardığı çizimlerle bu karanlık oda bizleri korkularımızla yüzleşmeye çağırıyor. 

Araf katı sosyal medyada bolca paylaşılan Dışarıda Çok Kötülük Var yerleştirmesiyle gündeme geldi. Aşkın fazlasının delilik olarak algılandığı bu topraklarda Canan çok sevmenin o kadar da negatif olmadığını göstermeye çalışıyor adeta. Benim favorimse 60 dakikalık Hezeyan videosu. Bu kadar uzun videolar sıkıcı olma potansiyelini barındırsa da saat başında salonda yerinizi alıp günümüzde geçen bu hikayeyi ilgiyle izlemenizi tavsiye ediyorum. 

Giriş kattaki Cennet bölümü İstiklal Caddesi'nden de görülebilen Hayvanlar Alemi yerleştirmesiyle başlıyor. Canan'ın bu sergide en çok kullandığı malzemelerden biri renk renk kumaşlar. Burada da masallardan fırlamış hayvan yastıkları var karşımızda. Cennet bölümünün sonunda Ay Işığında Yıkanan Kadınlar videosu çıkıyor karşımıza. 1980'lerin sonunda Burgazada'da yaşamış, özgür ruhlu Madam Marta için yapılmış bu video da serginin ilgi çekici eserlerinden. 

Unutmadan, serginin girişinden alabileceğiniz Audioguide, sergideki eserleri daha iyi anlamak için güzel bilgiler veriyor. 

Ahmet Polat
The Myth of Men
Leica Galeri
7 Eylül - 2 Aralık

Bomontiada'daki Leica Galeri, Leica fotoğraf makineleri satış mağazasının bir kısmında sergiler düzenleyen bir mekan. Markaya biraz fazla angaje olmuş sergi alanındaki eserler de Leica marka makinelerden çıkmış. Art arda dizilmiş fotoğraflarla yaratılan hareketli görüntülerle ataerkil toplumda erkek olma halini sorguluyor Ahmet Polat. Vakti olan ve fotoğrafa ilgi duyanlara tavsiye ederim. 

Fotoğraf Listesi:

1- Gözde İlkin'in Pera Müzesi'nde sergilenen işlerinden biri
2- Ai Weiwei'nin porselen çiçek bahçesi
3- Ai Weiwei'nin legolarla yapılmış duvar halısı benzeri tablosu
4- Canan'ın Dışarıda Çok Kötülük Var yerleştirmesi

Önerilen Sayfalar:


21 Eylül 2017 Perşembe

Karayoluyla Yunanistan & Bulgaristan 2 - Halkidiki, Selanik ve Seres

Sabah Kavala'daki otelden yola çıkıp koyulduk yola. Önce Halkidiki'yi gezmek niyetindeyiz. Halkidiki denize doğru 3 parmak şeklinde uzanmış bir yarımada. Aslında en keyifli zamanı yazın ama kalabalıklara teslim olmadan gezilecek yerlerini görmek bizim niyetimiz. 

Gezilecek yerler:

Ouranoupoli: En doğudaki parmakla başlıyoruz gezmeye. Bu parmağın büyük bir kısmı ziyaretçilere kapalı ve özel izinle sadece erkeklerin girmesine izin verilen, içinde 12 tane manastırı barındıran dini bir bölge. İçeride yaklaşık 1800 erkek yaşıyor ve hac ziyaretine gelenler dışında ziyaretçi kabul edilmiyor. İşte Ouranoupoli bu özel bölgeden önceki son ziyarete açık kısım. Sahilinde şimdilerde müze olarak kullanılan tarihi bir kulesi olan, sokaklarında dolaşıp evlerine bakması çok keyifli küçük, şirin bir köy. Sahilinde kahvelerimizi de yudumlayıp yavaş yavaş yükselen güneşin keyfini çıkarıyoruz. 

Vourvourou: İkinci parmağı ziyarete Vourvourou'dan başlıyoruz. Kış sezonu olduğundan in cin top oynayan bir yazlık kasaba karşılıyor bizi. Biz de geçen sene arkadaşlarımın çok övdüğü bir mekanın yerini bulmaya güneye devam ediyoruz: Lacara Kampingi. Vourvourou'dan devam edip ormanlara daldıktan kısa süre sonra ulaşıyoruz Lacara Kampinge. 1 Mayıs 30 Eylül tarihleri arasında açık bir tesismiş. Artık yerini öğrendik, yazın gelebiliriz. 

Nikiti: İkinci parmakta aşağılara doğru Marmara Adası'ndan gelenlerin kurduğu Neo Marmara köyü de var aslında ama biz geri kalan kısımların keşfini bir yaz mevsimine bırakıp parmağın boğum kısmındaki Nikiti köyüne dönüyoruz. Deniz kenarında yeni kurulan siteleri eski Nikiti denilen kara tarafındaysa bakımlı taş evleri olan bir köy burası. Biraz daha devam edince kilisesi ve kilisenin yanında da şimdiye kadar gördüğüm en ilginç mezarlıklardan biri çıkıyor karşımıza. Hem çok bakımlı hem de rengarenk bir mezarlık burası. Ölenlerle ilgili heykeller, renkli renkli mumlar, çiçekler, ölenlerin fotoğrafları... Yunanistan'ın başka bir yerinde de böyle bir mezarlık hiç karşıma çıkmadı. 

Afitos: Son parmağın ortalarında yer alan Afitos, Neo Moudania'dan önce son uğrayacağımız yer. Burası da yazın çok keyifli bir turistik sahil kasabasına dönüşür belli ki. Bizim Alaçatı kıvamında bir köy. Sahilde Sparos Meze Bar'da daha önce de yemek yemiştim yine tercihimi aynı yerden yana kullanıyorum. Sahilde, deniz kenarına masalar atılmış, bolca Yunanlıların yemek yediği bir mekan burası. Yemeklerine gelecek olursak kızarmış kabak Yunanistan'da yediklerimizden en kötüsüydü. Risottonun sosu azdı, biraz pilav kıvamındaydı. Salatası ve kızarmış, ızgara yapılmış peynirleri çok güzeldi. 

Nea Moudania: Gece konaklayacağımız kasabaya geldik sonunda. Mübadele zamanı Mudanya'yı terk etmek zorunda kalanların kurduğu Nea Moudania'da o eski Mudanya havasını seziyorsunuz. Deniz Mudanya'daki gibi kuzeyde değil güneyde ama onun dışında limanı ve sahili Mudanya'yı andırıyor. Mudanya'da bolca vakit geçirmiş biri olarak Yeni Mudanya'yı görmek güzeldi. Gece Sokratis otelde konakladık. Çalışanları güler yüzlü ve yardımsever, kahvaltısı lezzetli odaları temiz ve rahat bir oteldi. 

Nea Triglia: Pazar sabahı erkenden uyanıp Yeni Trilye'ye doğru sürüyoruz arabayı. Daha iç kısımdaki bu köyde yaşayanlar en güzel kıyafetlerini giymiş, sabah sabah kiliseye gidiyorlardı. Bir bayram sabahı havası vardı Nea Triglia'da. 

Nea Tenesos: Burası da Bozcaada'dan gelenlerin kurduğu köy o yüzden gelirken Bozcaada'nın orijinal ismi Tenesos'u da yanlarında getirmişler. Bir ara mübadillerin hüzünlü anılarını dinleme fırsatı da olur belki bu köylerde. 

Petralona Mağarası: Halkidiki gezimizi bitirmeden önceki son durağımız Petralona Mağarası oluyor. Sarkıt ve dikitleriyle meşhur bu ferah mağara doğal oluşumları kadar burada bulunmuş hominid kafatasıyla da meşhur. Homo Erectus'la Homo Sapiens arasına tarihlenen bu insansı kafatasını önemli kılan ne kadar eski olduğuyla ilgili yapılan tartışma. 350.000 yılla 800.000 yıl arasında değişen tarihleme Afrika'dan çıkıp Avrupa'ya yayılma teorisindeki tarihleri yeniden gözden geçirmeyi gerektirecek bir aralık sunuyor. Mağara duvarına sabitlenmiş, yerden 30 cm yukarıda, vücudunun geri kalanı olmayan bu kafatasının mağaraya nasıl geldiği de muğlak. Mağarayı gezdikten sonra yan tarafındaki müzede kafatasının replikasını ve mağarada bulunmuş hayvan iskeleti parçalarını da görebilirsiniz. 

Selanik:

İşte sonunda annemin anneannesinin memleketindeyiz. Annemi bi hüzün kaplıyor buraya gelince. 

Selanik'te trafik büyük bir problem. Hele arabayı park edecek bir yer bulmak çok şanslı olmayı gerektiriyor. Biz bir tur attıktan sonra sahile yakın boş bir yer bulabildik. 

İlk hedefimiz Selanik'e gelmiş herkesin yaptığı gibi Atatürk'ün doğduğu evi görmek. Etraf polis kaynıyor. İçeri girmeden etrafı dolaşıp sahile doğru yöneliyoruz. Sahilin başında daha bizi Beyaz Kule karşılıyor. Bizanslılar zamanında aynı yerde bulunan kule yıkılınca Osmanlılar tarafından bu kule yapılmış.

Selanik'in İzmir'e benzemesini en çok sağlayan şey Kordon'a benzer sahil şeridi.  Gerçekten kendini İzmir'de gibi hissediyor insan. Ardından eskinin lüksünü yansıtan bir kafeyi gözümüze kestirip mola veriyoruz ve 60'lar 70'lerden Amerikan caz klasikleri eşliğinde kahvelerimizi yudumlayıp etrafı kesiyoruz. Ekonomik krize rağmen konumunu kaybetmemiş burjuva sınıfının varlığını gösteren bir mekan burası; pazar öğlen olmadan daha kimisi kiliseden çıkmış şık şıkıdım kadınlar ve erkekler masalara oturmuş kahvelerini yudumluyorlar. 2017 başlarında Yunanistan'da krizdeki ekonomi bir kez daha alarm zillerini çalarken bu kesim hala daha keyifli görünüyor. 

Mola sonrası Aristo Meydanına kadar yürüyüşümüze devam edip sahile paralel uzanan Selanik'in en işlek, mağazalarıyla meşhur caddesinden geriye doğru yürüyoruz. Önce karşımıza Galerius Kemeri çıkıyor. Navarinou Meydanının yanındaki kemerin ardından eski Bizans Sarayı kalıntıları bizi cezbediyor ve kuzeye doğru kalıntıları takip ede ede yürüyoruz. Sonunda silindir şeklindeki yapısıyla dikkat çeken Rotunda çıkıyor karşımıza. Şimdilerde kilise olan bu tapınak Roma İmparatorluğu döneminde pagan tanrılarına tapınmak için yapılıyor. Ardından Hristiyanlık Roma'nın resmi dini olunca kiliseye çevriliyor. Osmanlılar Selanik'i aldıktan sonra 1590'da yan tarafına minare inşa edilip camiye çevrilen yapı 1912'ye kadar cami işlevi görüyor. Balkan savaşında Yunanlıların şehri ele geçirmesinden sonra yeniden kiliseye çevrilen yapı şimdilerde ücretsiz gezilebiliyor. 

Daha gezilecek yerler var ama onları Selanik'e yeniden gelinceye bırakıp Selanik'teki son durağımıza geçiyoruz. Kafantari isimli bir mahalle kahvesi burası. 100 küsür yıldır Selanik'te olan bu mekanda Mustafa Kemal de içki içti diye anlatılıyor. Ne turist rehberlerinde ne de Google Maps'te yeri yurdu gözüken, kendi halinde salaş bir mekan burası. Biz gittiğimizde içeride bi masada kağıt oynayan erkekler vardı. Biz de kapı önüne bir masa attırıp oturup birer bira içtik. Türklerin yoğun yaşadığı bir mahalle burası. Fotoğraf çektiğimizi görünce bir Türk yaklaşıyor yanımıza ve sohbete başlıyoruz. Buraların eskiden hep Türk mezarlığı olduğunu anlatıyor. Ekonomik kriz de çok fenaymış. 500 Euro maaşa işe giriyormuş gençler. Fabrikalar hep kapanmış... Kordon boyunca işler hiç fena değildi ama biraz şehrin fakir mahallelerine girince tablo değişiyor. 

Seres: Yunanistan'dan ayrılmadan önce son durağımız Seres. Seres'in bizim için en meşhur kısmı Şeyh Bedreddin'in burada asılması. Kendisiyle ilgili hiç bir işaret yok ortalıkta ama biraz araştırma yapınca zamanında asıldığı bedestenin bugün Arkeoloji Müzesi olarak kullanıldığını öğreniyoruz. İçeride fotoğraf çekmek yasak.

Seres de pazar günleri ailelerin dışarıda yemek yenen yerleri doldurduğu ufak, sevimli bir yerleşim yeri. Biz de mola verip Yunanistan gezimizi Bulgaristan'a geçmek için bitiriyoruz. 

Sırada Melnik ve Sofya var. 

Fotoğraf Listesi:

1- Ouranoupoli
2- Nikiti Köyü Mezarlığı
3- Afitos Sahili
4- Nea Moudania Sahili
5- Selanik'teki Beyaz Kule

Önerilenler:




10 Ağustos 2017 Perşembe

Karayoluyla Yunanistan & Bulgaristan 1 - Dedeağaç, Gümülcine, İskeçe, Kavala

Yunanistan'ın kuzeyini gezmeyi üç güne yaydık. Önce Alexandropolis'den Kavala'ya kadar Batı Trakya. Sonra Halkidiki ve son olarak da Selanik'ten kuzeye. 

Yunanistan'daki şehirlerin Türkçe isimleri:

Yunanlılar nasıl İstanbul'a Konstannitiyye diyorsa bizde de Batı Trakya'daki şehirlerin Türkçe isimleri var malumunuz üzere. Yazı boyunca tabelalarda karışıklık olmaması için Yunanca isimlerini kullanacağım ama belli başlı şehirlerin Türkçeleri şöyle:

Alexandropolis: Dedeağaç
Komotini: Gümülcine
Xanthi: İskeçe 
Kavala ve Selanik zaten iki dilde de aynı. 

Arabayla yurtdışına çıkış:

Arabayla yurtdışına çıkmak için bir kaç prosedürü halletmek gerekiyor. Çok zor şeyler değil ama yine de uğraştırabilir.

Öncelikle yurtdışında geçerli bir ehliyet gerekiyor. Yeni ehliyetler bu açıdan yeterli. Yeni ehliyeti olmayanlar Turing Derneği'nden alınabilen yurtdışında geçerli araç sürücü belgesini kullanabilir. 

Araç sigortası. Yeşil belge de denilen araç sigortası herhangi bir sigortacıdan yapılabildiği gibi sınır kapısındaki sigortacılardan da hemen alınabiliyor. Ben sınıra gelmeden yaptırdım, bir gün sonra elime geçti. İstediğiniz tarihte gündüz 12'de başlatılıyor sigorta. 15 günlüğü 63 €. Yıllık olursa 300 € civarına geliyor. 

Bu ikisi dışında sınırdan alınabilen ya da gelmeden bankaya yatırılıp sınırda banka dekontu ibraz edilebilen Yurtdışı Çıkış Harcı (çıkış pulu da denir) var bir de.

Araç sizin adınıza değilse bir de noterden alınan sahibinin onayı gerekiyor haberiniz olsun. 

Sınırdan geçerken önce plaka soruluyor. İkinci kısımda araç sahibinin pasaportu ve ruhsat son kısımda araçtakilerin pasaportu isteniyor. En son bi yerde ne istiyorlar anlamadım, görevliye bakıyorum ne isteyecek diye "geç geç" dedi geçtik biz de. Sigorta Yunanistan tarafında isteniyor haberiniz olsun. 

Batı Trakya'da yeme içme:

İlk gün kaldığımız Alexandropolis'de iki mekanda yemek yeme şansımız oldu. 

Ai Yorgi: Alexandropolis'den Makri tarafına giderken Makri sapağından önce sola sapılıp 400-500 metre gidilerek bulunan bir restoran Ai Yorgi. Mekan deniz kenarında ve ortam gayet lüks. Biz öğlen saatlerinde gittik, pek kimseler yok ama mekan açık. Türkçe menüleri de var ve porsiyonları büyük. 3 kişi 40 € civarı hesap ödedik. Hellim, kızarmış ince dilim kabak, fener balığı köftesi ve cacık gayet lezzetliydi. Kızarmış kabağı en güzel yapan mekan burası bence. Yağı az, kabaklar ince... 

Nisiotiko: Burası da Ai Yorgi ayarında ama şehir merkezinde bir Taverna. Türkçe bilen çalışanları olan, Türklerin çok rağbet gösterdiği bu mekana özgü Nisiotiko salata Yunan salatasından bile lezzetliydi. Ara sıcak peynirler şahaneydi. Köfte için yiyenler eh işte idare eder dediler ama geri kalanlar gayet iyiydi. 

Kahvelerimizi içmek için Alter Ego isimli mekanı tercih ettik. Sıcak, sevimli bir yer. Kahveleri de lezzetli. 

Gezilecek yerler: 

Alexandropolis:

Alexandropolis'de sahilde yürüyüş yapmak, Makri'deki plaja gitmek ve Türkiye'de bulunmayan ürünlere bakmak için süpermarket gezmek dışında pek gezmedik. Yazın Makri'nin sahili ve sahildeki mekanlarının yemekleri gayet lezzetli oluyor lakin kışın buralar kapalıymış. Market olarak da Alman Liddle en uygunu. Sahildeki büyük deniz feneri mutlaka gözünüze çarpacaktır.

Komotini:

Komotini'ye sabah uğradık. Pek gezilecek yerleri yoktu ama börekçilerinin yaptığı peynirli börekler gayet lezzetliydi. İmaret'le saat kulesi etrafında dolaşıp ayrıldık Komotini'den. 

Xanthi:

Batı Trakya'da, sokaklarında gezmesi en keyifli yer Xanthi'nin (Zanti diye değil Ksanti şeklinde okunuyormuş) Old Town kısmıydı. Bahçeleri, evlerin dış süslemeleri ve keyifli tasarımlarıyla çok beğendik biz. Sonra da ufak meydanlarının birinde oturup Yunan kahvelerimizi içtik. 

Kavala:

Akşam otelimize çekilmeden son ziyaret ettiğimiz yer Kavala oldu. Önce limana giden sahil yolunun köşesinden Kavala kurabiyelerimizi aldık ardından Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın şimdilerde müze olan evinin olduğu tepeye çıkan yola saptık. Karnımız acıktığı için yol üstündeki Kanados'ta yemek molası verdik. Önceki mekanlar kadar pahalı değil Kanados, neredeyse %30-40 daha ucuz. Yunan salatası biraz özensiz geldi ama kötü diyemeyeceğim. Kızarmış peynirleri yine çok lezzetliydi. Ev yapımı beyaz şarabı pek sevmedim. Ahtapot yendi bir de masada. 

Kavala'da yukarıdaki kaleye çıkmak biraz sağlam bacak kası istiyor. Ancak tepedeki sokaklara girerseniz keyifli evler görebilirsiniz. Aşağıya inerseniz su kemerleri karşınıza çıkacak. Son olarak biz Philippi kalıntılarını görmek üzere Drama yoluna saptık ama öğlen 3'te kapanıyormuş, geç kaldık ziyaret etmek için. 

Konaklama:

Marianna Hotel: Alexandropolis'de konaklama için tercihimizi Marianna Hotel'den yana kullandık. Daha önce bu otel tarafından işletilen yine merkeze yakın bir kilisenin müştemilatında kalmıştık. Tek kişilik odaları 40, çift kişilik 45 euroydu. Konumu iyi, odalar temiz ve rahattı. 

Philoxenia: Kavala'da şehrin dışında, tepede, ağaçlarla çevrili bir ortamdaki bu otelin konumu altında arabası olanlar için uygun ama gidiş yolunu iyi öğrenmek gerekiyor, biraz karışık çünkü. Etrafta yemek yemek için herhangi bir tesis de yok, hazırlıklı olun. Biraz macera dolu bir konaklama oluyor burada kalmak ama fiyatları makul en azından; 1 çift 1 fek kişilik odaya 75 euro ödedik. Temizlikle ilgili bir sorun yoktu. Bizim kaldığımız odanın çok güzel denizden güneşin doğuşunu görebileceğiniz manzarası vardı. 

Sırada Halkidiki var. 

Fotoğraf Listesi:

1- Makri Plajı yazları denize girmek için müsait
2- İskeçe'de eski şehrin sokakları
3- Kavala'da tepeye çıkıp sokak aralarında dolaşırken önce kilise olan, Osmanlılar zamanında yanına eklenen minareyle cami yapılan, en son da minaresi yıkılıp yeniden kiliseye dönüştürülen bu yapı karşımıza çıktı.
4- Kavala'da Kavalalı Mehmet Ali Paşa heykelinin olduğu parka çıkarken göreceğiniz şehir manzarası.

Önerilen Sayfalar:

Karayoluyla Yunanistan & Bulgaristan 2 - Halkidiki, Selanik ve Seres Atina Kaçamağı
Gökçeada
Bozcaada'da Kısa Bir Tatil
İzmir'de Bir Gün
Edirne'de İki Gün
Uçmakdere'de Kamp ve Şarköy'e Kadar Uzanmak
Saros Körfezi
İğneada'da İki Gün Çadır Kampı
Üç Eski Rum Köyü...