19 Aralık 2015 Cumartesi

Budapeşte'de 3 Gün

2015 Kasım'ı gezmek anlamında hayırlı bir ay oldu benim için. Baden Baden - Strasbourg gezisi sonrası 3 günlük bir boş vaktimizde bu sefer Budapeşte'ye gittik peder beyle ve gezimizin sonunda Orta Avrupa'nın bu görülmeye

Havaalanından şehre ulaşım:

Budapeşte Franz Liszt (eski adıyla Ferihegy) Havaalanı'ndan şehre ulaşmak gayet kolay. Önce kapıdan 200E numaralı otobüse binip son durakta iniyorsunuz. Buradan da M3 numaralı metroya biniyorsunuz. M3 sizi şehir merkezine kadar götürüyor; buradan istediğiniz yere aktarma yapabilirsiniz. Metro aktarmalı otobüs biletini havaalanındaki Information kısmına uğrayıp kişi başı 530 Forinte alabilirsiniz. Tek hat bileti önceden alırsanız 350 Forint, otobüste şoförden alırsanız 450 Forint. Bileti metro için girişte, otobüs içinse otobüsün içindeki makinada (bilet sokacak kadar bir deliği olan çoğunlukla sarı, tost makinası kadar bir kutu) onaylatmanız gerekiyor.

Para birimi:
Macaristan AB üyesi Shengen bölgesine dahil (dolayısıyla yeşil pasaportunuz varsa vize istemiyor ama yoksa Shengen vizesi almanız lazım) ancak para birimi olarak Euro kullanmıyor. Kendi para birimleri Forinti TL'ye çevirmek çok kolay. Yaklaşık 100 Forint 1 TL ediyor. Havaalanındaki döviz büfesinin oranları çok kötü; 100 Euroyu 240 Forintten alıp 340 Forintten satıyordu. O yüzden ilk aşama için havaalanındaki ATM'den nakit çekmek ya da hiç uğraşmayıp kredi kartıyla bilet alıp ardından 200E'den indiğiniz yerdeki AVM'deki döviz büfesinde para bozdurmanız en iyisi (100 Euroya 296 Forint verdiler. Şehir merkezinde de en iyi 302 Forinte bozdular zaten).

Konaklama:

Booking.com'dan bulduğumuz Feodorm Apartment'ın odası şehrin göbeğinde ve Katedral manzaralı. Aslında burası bir evin odaları şeklinde kiraya verilen bir daire. Ayrı tuvalet ve banyosu olan bu oda tarihi bir binanın 3. katında. Ahşap asansörün benzerini daha önce Nişantaşı'nda görmüştüm... 3 geceliğine 80 Euro ödediğimiz çift yataklı odanın fiyat/hizmet dengesi gayet yüksek. M3 hattının Arony Janos durağında inince de hepi topu 50 metre yürüme mesafesinde.

Genel Bilgi:

Macaristan tarihi çok iniş çıkışlı bir çizgi izliyor. 150 yıllık Osmanlı egemenliği ardından Avusturyalıların hüküm sürdüğü dönem, bağımsızlık ayaklanmaları sonunda ülkenin Avustura-Macaristan İmparatorluğu'na dönüşmesi, Birinci Dünya Savaşı'ndaki yenilgiyi müteakip dağılan imparatorluk sonrası ortaya çıkan Macaristan'ın İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sosyalist sisteme geçişi (Macarlar bu döneme Rus işgali diyorlar) ve sonunda bu dönemin bitişi ile 1991'de kapitalist sisteme geçiş, ardından da Avrupa Birliği üyeliği. Anladığım kadarıyla bu dönemler arasında en büyük gelişme Avusturya-Macaristan İmparatorluğu döneminde yaşanmış. Sokaklarsa bizleri hayran bırakan her biri birer mimari şaheser olan binalarla dolu. Biz bir tek İstiklal Caddesi'ndeki güzel binalarla övünürken Budapeşte'nin sadece ana caddeleri değil ara sokakları da birbirinden güzel binalarla süslü. Tek problem binaların bakımsız olması. Bu açıdan bana 6 sene önce ziyaret ettiğim Zagreb'i hatırlattı. Mesela benzer bir ambiyansa sahip Prag'daki binalar çok daha bakımlıydı.

Şehirde Osmanlı döneminden kalma bir tek Gül Baba türbesi varmış. Açıkçası türbe görmek için bi ton yol yürümek gözümüzde büyüdüğünden kasamadık hiç. Onun dışında gündelik hayatta bizimkilere benzeyen bir çok öğe görme şansınız var. Yemekler olsun, marketlerde satılan ürünler olsun sizin de dikkatinizi çekecektir.
Fiyatlar Türkiye'nin büyük şehirlerine yakın. Zagreb ve Prag da bu ayardaydı. Ama bir Viyana ya da Batı Avrupa şehirleri gibi pahalı değil kesinlikle.

Musluk suyu içilebiliyor. Ama illa marketten su alacaksanız gazsız su pembe renk şişede satılan.
Toplu taşıma çok yaygın yine de dönüş günü bizi kapalı metro hattında indi bindi yaparken kazıklamaları gibi durumlarla karşılaşabilirsiniz. Bizi M3 hattındaki çalışma nedeniyle metrodan indirip otobüsle ilerideki bir durağa taşıdılar. Ardından metroya binmeye kalktığımızda yeniden bilet aldırdılar. Yahu zaten aynı hatta devam ediyoruz ne bileti demeye çalışsam da dinletemedim.

Nereleri Gezdik?

Tuna'daki 7 köprü:

İlk yorgunluğumuzu atınca hemen başlıyoruz şehri dolaşmaya ama vakit öğleden sonra olmuş, yorgunluğumuz da bizi zorlayacak gibi. Önce sahile inip şehrin en meşhur yerlerinden biri olan Zincirli Köprü'ye gidiyoruz. Tuna nehrinin ikiye böldüğü, batısı Buda (ya da Osmanlı zamanında Budin) doğusu Peşte olan şehrin iki yakasını 7 köprü birbirine bağlıyor. Aslında şehir zamanında 3 ayrı bölge birleştirilerek oluşturulmuş; 3. bölge kuzeydeki Obuda (eski buda) bölümü ama o kısma pek yolumuz düşmedi bu 3 günlük gezimizde.

Kuzeyden güneye köprüleri sayacak olursak:
1. Arpad Köprüsü. Margaret Adası'na kuzeyden bağlanıyor.
2. Margaret Köprüsü. Margaret Adası'na güneyden bağlanan güzel bir köprü.
3. Zincirli Köprü. Şehrin anıt yapılarından biri. Köprünün iki yanında güzel aslan heykelleri yer alıyor. Buda Kalesi'ne bu köprüden geçip çıkılıyor.
4. Elizabeth Köprüsü. Bizim Boğaz Köprüsü'ne benziyor. En beğenmediğim köprü de bu oldu.
5. Özgürlük Köprüsü. Bu yeşil köprü özellikle gece ışıklandırıldığı zaman çok şık gözüküyor. Bence güzellikte Zincirli Köprü'yle yarışır.
6. ve 7. Petöfi Köprüsü ile Rákóczi Köprüsü ise bot turunda gördüğümüz köprüler.

Sabah erkenden kalkıp Margaret Adası'na doğru yola koyulduk. Hava soğuk soğuk esiyor. Margaret Adası'na gitmek için Parlamento önünden tramvaya biniyoruz. Köprü girişinde inip yürüyerek ulaşıyoruz adaya. Margaret Adası ismini zamanında burada rahibe hayatı yaşayan Prenses Margaret'ten alıyor. Şimdilerde kuzeydeki ve güneydeki köprülerle karaya bağlanan ada zamanında zengin hayvan potansiyeli nedeniyle kraliyet ailesinin av bölgesiymiş. Şimdilerde koşan, bisiklete binen, yürüyen insanlarla dolu bir spor parkına dönüşmüş durumda. Özelikle güzel havalarda bu adada keyif çatma şansını kaçırmayın derim. Kahramanlar Meydanı'nın arkasındaki Şehir Parkı'yla beraber Budapeşte'nin en güzel iki parkından biri bu ada.

Nerelerde yedik içtik?

Budapeşte yeme-içme anlamında hem karnımızı hem gözümüzü doyuracak seçenekler sundu bize. İlk gün çok fazla gezmeden hemen birer bira içebileceğimiz mekan aramaya başladık. Şehrin merkezindeki Yahudi Mahallesi yeme içme mekanları konusunda değişik alternatifler sunan zengin bir muhit. Oldukça meşhur bir mekandan bahsediliyor rehberlerde ve bloglarda: Szimpla Kert. Turistik ama gayet hoş bir mekan burası. Kullanılmayacak durumdaki eşyalar dönüştürülerek yapılmış tasarımlarla süslenmiş her tarafı. Biraz izbe izlenimi olsa da kenarda kulplu beygir bile görebiliyorsunuz! Fiyatları da gayet makul. (Zaten içki bir tek bizde bu kadar pahalı.) Szimpla Kert'te 550-600 Forinte yarım litrelik biralardan içebilirsiniz. Mekanın favorisi olan acı ballı bira güzel ama çok da farklı bir aroma almadım ben.

Yemek içinse 200-300 metre uzaklıktaki Köleves Cafe'ye gittik. Burası da çok popüler bir mekan; erken gittiğimiz için geç saatlere rezervasyon yapılmış masalardan birine oturabildik. Macaristan mutfağı vejetaryenler için çok fazla seçenek sunmuyor ne yazık ki. Burada da sebze ağırlıklı tapas tabağı ve makarna yiyebildim. Et yiyenler için geyik eti bile olduğunu söyleyebilirim. Kölevas ucuz bir yer değil, Taksim'deki güzel manzaralı mekanlar gibi düşünün. Yemekleri lezzetli, mekan da gayet keyifli.

Ertesi gün etrafta bolca bulunan Türk Restoranlarından birine gittik. Török Etterem Türk Restoranı demek ve her yerde bunlardan birini bulabilirsiniz. Daha çok kebap ağırlıklı olsa da esnaf lokantası ayarında menüsü olanlar da mevcut. Eğer yabancı mutfakları yadırgıyorsanız bunlar tam sizlik. Oturun, için bir tas mercimek çorbanızı. Oooh! Mis!

Son günse tercihimiz Spinoza Restoran oldu. Burası benim içlerinde en beğendiğim mekan oldu. Ortadaki piyanodan yükselen hoş müzik mekanın havasını değiştiriyor; kesinlikle tavsiye ederim. Fiyatlar da Kölevas'ın %10-20 altında. Zucchini'ye sarılmış peynir gibi vejetaryen seçenekleri de mevcut ki ben çok beğendim tadını.
Gündüz vakti kallavi bir mekanda kahve molası vermek isterseniz o zaman size Hotel Gellert'in kafesini tavsiye ederim. Fiyatları yüksek, The Marmara'nın kafesinin fiyatları gibi bu 150 yıllık oteldeki kahve fiyatları. Hoş tatlıları da var tatlı krizine girenler için.
Şehri gezmek için bizim tercihimiz Hop On Hop Off otobüsleri oldu. Budapeşte'de 3-4 tane firma var bu konuda hizmet veren ve otobüsleri birbirine çok benzediğinden karıştırma şansınız yüksek. Biz daha önce başka şehirlerden de bildiğimiz City Sightseeing firmasını tercih ettik. 2 günlük tur, 1 gece turu ve 2 bot turu şeklindeki paketi kişi başı 7000 Forintti. Özellikle çok fazla yürümek istemeyenler için güzel bir seçenek. Tek problemi Kasım ayında sabah 10'da başlayıp son otobüsün 3'te kalkması. Biraz daha fazla sefer olsa daha çok işe yarardı.

Budapeşte'ye vardığımız ilk gün ikimiz de çok yorgunduk; yürüye yürüye Zincirli Köprü'yü geçip Buda Kalesi'ne çıkan Fünikülere ulaştık. Yorgun olmasak kaleye de çıkardık ama ilk gün biraz ortalığa bakınıp gözümüzü alıştıralım dedik. Szimpla Kert ve Kölevas'ta yiyip içmeyi müteakip akşam 7 gibi yataktaydım. Bir gece önce sadece 1 saat uyumak beni öyle yormuş ki sabah 8'e kadar 13 saat uyudum.

Ertesi gün sabah Parlamento'nun oraları gezerek başladık güne. Daha eski binaya doymadığımızdan her gördüğümüz bina ilgimizi çekiyordu. Ardından Szt. Istvan ter'den kalkan City Sightseeing otobüsünün 10'da başlayan turunu yakaladık. Tur önce şehir merkezindeki büyük Sinagog'u, Katedral'i, Zincirli Köprü'yü, Erzsebet tar'ı dolanıp ardından şehrin en güzel  caddelerinden birini Andrassy Caddesi'ni caddenin sonundaki Kahramanlar Meydanı'na kadar katediyor. Ardından Yahudi Semtini katedip Elizabeth Köprüsünden Buda tarafına geçiyor. Önce Buda Kalesi'nin sonra Hisar"ın (Citadella) olduğu tepeye uğrayıp Özgürlük Köprüsüne kadar gidip başlangıç noktasına dönüyor. Biz Buda Kalesi'nde indik ilk kez otobüsten. Balıkçı Burcu, Matthias Kilisesi ve şimdilerde müze ve kütüphane olarak kullanılan Buda Kalesi bu kısımdaki en ilgi çekici yerler. Manzara da güzeldi.

İlk gece, gece turuna katıldık. Budapeşte geceleri çok güzel ışıklandırılan bir şehir. Gece turu 2 yerde 10'ar dakikalık mola verip toplam 2 saat sürüyor. İlk mola Kahramanlar Meydanı'nda,  ikincisiyse Citadella'da. Gece turunun en beğendiğimiz kısmı Buda kısmındaki Hisardan Tuna'yı ve iki yakadaki ışıklandırılmış yapıları görmemiz oldu. Manzara şahane.

İkinci gecemizde bot turuna katıldık. Akşam karanlık çökerken başlayan tur Tuna nehri boyunca bütün köprüler ve etraftaki yapılar aydınlatılınca daha da keyifli bir hal aldı. Özellikle Özgürlük Köprüsü aydınlatılınca bir başka güzel oluyor.

Eğer vaktim olsaydı bi de şehrin kuzeyindeki Roma döneminden kalma Aquincum kalıntılarını görmeye giderdim. Ayrıca  Budapeşte kaplıcalarıyla da meşhur. Bu termal tesislerin çoğu Osmanlı döneminde yapılmış. Kaplıcaları çok sevsem de ne yazık ki biz vakit ayırıp  gidemedik ama size tavsiye ederim. Hakeza 4 numaralı metro hattıyla gidilen Szentendre kasabası da bir daha yolum düşerse uğrayacağım yerlerden olacak. Müzik meraklıları Budapeşte gezilerini Ağustos ayında düzenlenen Sziget Festivali zamanına denk getirirlerse bir taşla iki kuş vurup Avrupa'nın önde gelen festivallerinden birine de katılabilirler.

Fotoğraf Listesi:

1- Kahramanlar Meydanı'nda güneş batarken
2- Babam Zincirli Köprü'de
3- Mathias Kilisesi ve arkada Balıkçı Burcu
4- Gece Tuna Nehri gezisi. Solda Parlemento Binası arkada Zincirli Köprü
5- Margaret Adası
6- Gece yemyeşil ışıklandırılmış Özgürlük Köprüsü
7- Parlemento Binasına giderken

Önerilen Sayfalar:

Orta Avrupa'ya gelmişken buralar da ilginizi çekebilir:


7 Kasım 2015 Cumartesi

Baden Baden ve Strasbourg

İki günlüğüne Almanya-Fransa sınırındayım. Baden Baden ve Strasbourg'u gezmek bu seferki planım. Gezide bana eşlik eden arkadaşım da sağ olsun bütün kaprislerimi çekip "gel şurayı da görelim" "hadi buraya da gidelim" isteklerime katlanıyor. :)

Öğleden sonra vardığım Baden Baden'de ne yazık ki uzun uzun gezme şansım olamadı. Zaten küçük bir şehir burası. Almanya'nın en zengin şehirlerinden biri. Bolca Rus'un da yaşadığı bu şehir aynı zamanda Dostoyevski'nin Kumarbaz romanının da geçtiği yer. O yüzden yola çıkmadan kitaplığımdan bu romanı alıp çantama attım. Yolculuğum boyunca bu kitabı okudum boş zamanlarımda, edebiyat meraklılarına ayrıca tavsiye ederim. 


İlk gün hoş beş faslının ardından merkeze indik dolaşmaya. Şehrin merkezindeki dükkanların olduğu sokak hava kararınca boşalmış. Biraz daha soğuyunca hiç kimseyi göremezsiniz belli ki. Belki Aralık'ta Christmas zamanı kalabalıklaşır. Almanya yemekleriyle pek de meşhur bir ülke değil ne yazık ki ama yine de yöresel yemekler yapan bir yer buluyoruz. Erişte-makarna arası bir lezzet olan Spatzle yiyip üzerine tatlı olarak da karamelli hamurişi olan Kaiserschmarn yiyoruz. Spatzle'in üzerindeki soğan parçaları yemeğe ayrı bir tat katmış. 


Baden Baden kumarhaneleri ve termal tesisleriyle meşhur bir şehir. Şehrin bir çok yerinde kumarhane var. Kumarhaneleri görme işini bir sonraki gezime bırakıyorum ama yarın sabah şu termal tesisleri görmeye gideceğim.


Ertesi sabah istikamet Strasbourg. Almanya'yla Fransa arasında yıllarca problem olan Alsace Loren konusuna tarih kitaplarından aşinayım. İşte Strasbourg bu bölgenin başkenti. En son Fransızların elinde kalan bölge Avrupa Birliği'nin de önemli organlarına ev sahipliği yapıyor. Avrupa Parlamentosu ve Türkiye'de hukuk yolu tükenenlerin başvuru mercii Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi burada. Zaten en büyük işlevi Almanya'yla Fransa arasındakine benzer husumetleri ortadan kaldırmak olan Avrupa Birliği için seçilebilecek en uygun merkezlerden biri burasıymış gerçekten de.


Strasbourg çok büyük bir şehir değil. Özellikle merkezini 1, taş çatlasın 2 günde gezebilirsiniz. Eğer kanallar arasında daha uzun keyif çatmak, eski sokaklarında dolanıp her beğendiğiniz kafede mola vererek ortamın tadını daha bi yaya yaya çıkartmak isterseniz 1 gün daha ekleyin. Hele Christmas zamanı kurulan Christmas pazarları herkesin dilinde. Aralık'tan Christmas'a kadar gelecek olanlar bunu da göz önünde bulundursun.


Baden Baden'den 1 saatlik bir yolculuğun ardından Turist Information'ı buluyoruz merkezdeki Notre Dame Katedralinin yan tarafında. (Bu arada otoparklar çok da pahalı değil, haberiniz olsun. Biz İbis otelin oraya park ettik) 1.5 Avroya aldığımız harita bize ufak bir yürüyüş yolu da sunuyor. Gezmeye başlamadan önce Rohan Sarayı'nın arkasında yer alan gişeden akşamki kanal turu için kişi başı 12.5 Avroluk biletlerimizi de alıyoruz.


Bittiği 19. yüzyılda dünyanın en yüksek kulesine ev sahipliği yapan Notre Dame Katedrali'nden başlıyoruz gezmeye. Şehrin merkezi de burası. Kanallarla bir adaya çevrilmiş eski şehir kısmı çok güzel restore edilmiş binalardan oluşuyor. Yüzlerce yıl öncesinin sokaklarında dolaşıyorsunuz gibi ortam. Katedralin yan tarafında Rohan Sarayı var. Zamanında Napolyon'un da konakladığı bu saray şu an 3 ayrı müzeye ev sahipliği yapıyor: Güzel Sanatlar, Arkeoloji ve Kraliyet döneminden kalma eşyaların sergilendiği Dekoratif eşyalar müzesi. Ne yazık ki müze gezme işini bir sonraki ziyaretime bırakmak zorundayım. Bugün sokakların tadına varacağım. Yol üstünde St. Thomas Kilisesi'ne uğramaya çalışıyoruz lakin siyah takım elbiseli adamlardan anladığımız kadarıyla içeride bir cenaze var. Kanal boyunca kâh bu tarafta kâh öbür taraftaki binalara baka baka Petit France'ye ulaşıyoruz. Zamanında Fransız askerlerinde görülen bir cinsel hastalığı tedavi etmek için bu bölgede açılan hastane nedeniyle bölgeye önce France ardından da Petit France adı verilmiş. Şirin binalar ve kafeler görebilirsiniz bu bölgede. Biraz acıkınca oturuyoruz biz de birine. Menüde yer alan Flammkuchen çeşitlerinden rokfor peynirlisini sipariş ediyorum. İnce hamura bir çeşit yuvarlak pide/pizza Flammkuche . Ne yazık ki hazır Fransa'ya kadar gelmişken Creme Brule yiyemedim ama makaron buldum neyse ki bir pastaneden.


Petit France'nin az daha ilerisinde Les Ponts Couverts yer alıyor. Üç tane kuleye de ev sahipliği yapan bu köprüdeki kuleler zamanında mahkumları hapsetmek için kullanılıyormuş. Zaten zamanında Petit France'ın oralarda tabakhaneler varmış. Biraz daha doğudaki köprüler de özellikle çocuk ve akraba katillerinin demir kafeslerle suya batırılıp öldürülmesi için kullanılıyormuş. Bugünkü huzur veren ortamıyla geçmişi arasında çok fark var yani. Şimdilerde kanallar arasındaki ince uzun adacıklar parklara ev sahipliği yapıyor. Az daha ilerideyse Barrage Vauban (Vauban Barajı) yer alıyor. Biz gittiğimizde, içinden karşıya geçebileceğiniz pasajın iki tarafında modern sanat eserlerinin sergilendiği bir Bienal vardı.


Biraz daha yürüyüp, geri dönmek üzere Grand Rue'ya ulaşıyoruz. Kasım ayında son tur teknesi 17'de ve biz kalkışa 2 dakika kala yakalıyoruz tekneyi. Turlar tamamen dolu bu arada ve bizim gibi son anda gelirseniz son kalan koltuklara oturmak zorunda kalıyorsunuz. 1 saat 15 dakika süren tur boyunca 16 dilde rehberlik hizmeti sunuluyor (ne yazık ki aralarında Türkçe yok). Tur güzergahı ada haline gelmiş eski Strasbourg'un etrafını dolaşıp ardından kuzey doğudaki kanal boyunca yeni Avrupa Birliği binalarının oraya gidip geri dönüyor. Arada kanalların seviye farkı olan yerlerinde tekne kanalın ayrı bir yerinde duruyor ve bu kısım büyük kapaklarla kanaldan ayrılıp ya içine su doldurularak tekne yükseltiliyor ya da su boşaltılıp bir alt seviyeye iniliyor. Şehir hakkında bilgi almak adına faydalı bir tur olduğunu söyleyebilirim.


Turun bitiminde güneş de kaybolmuştu artık. Kasım başında akşamları 10 derecenin altına iniyor sıcaklık. Yine de turdayken gözümüze kestirdiğimiz gemiden bozma bir kafede alıyoruz soluğu. Strasbourg çok da deli pahalı bir şehir değil. 2.5 - 3 Avroya kahve veya bira içebilir 8 -9 Avroya Flammkuchen yiyebilirsiniz. Makaron her yerde olduğu gibi burada da pahalı bir tatlı. 8 li kutuya 10 Avro ödedik.


Eski şehir kısmı dediğim adanın, kuzey tarafında dolana dolana döndük arabamızı park ettiğimiz otele. Bu kısım çok daha yaşayan bir halde; lüks mağazalar, metro hattı, kalabalık otobüs durakları... Hepsi bu tarafta.


Ren nehrinin diğer tarafındaki Kehl şehri ile Strasbourg bitişik sayılır. Zaten iki ülke arasındaki sınırdan geçtiğinizi de kolay kolay anlayamıyorsunuz. Yol kenarlarında müşteri bekleyen fahişelerin arasından dönüyoruz Baden Baden'e. Yorgun olmasak civardaki Rus barlarını ziyaret etmek gibi bir planımız vardı ama çok yorulmuşuz. O da bir sonraki sefere kalsın.


Sabah kalkınca hangi kaplıcaya gideceğimize karat veriyoruz önce. Dün gece şehir merkezinde gördüğümüz Friedrichsbad dışında 3 tane daha isim buluyoruz. En son Caracalla da karar kılıyoruz. Yeşillikler arasında bir yerde Caracalla . 2 saatlik ücreti 16 Avro. Mekanda mayo, havlu, terlik gibi ihtiyaçlar satılıyor. Bunların hepsini yanınızda getiriyorsunuz, içeride size sunulmuyor haberiniz olsun. Soyunma odalarından geçip içeri giriyoruz. Friedrichsbad tamamen çıplak bir kaplıca ama Caracalla'da sadece duşlar ve saunada çıplak olmak zorunlu. İçeride yüzmek için derin havuz yok. Sadece ortada büyükçene bir sıcak su havuzu, etrafta değişik buhar banyosu, tuz banyosu, solaryum gibi seçenekler ayrıca dışarı kısımda yine sıcak su havuzu var. Özellikle soğuk ve karlı zamanlarsa dışarıda yüzmek çok daha keyifli olabilir.


Üst kat saunalar kısmı. Burada bir kaç küçük bir de büyük sauna var. Hijyen nedeniyle saunada havlunuzu serip üzerinde oturuyorsunuz ve vücudunuzun hiç bir kısmının ahşap oturma/yaslanma kısmına değmemesi isteniyor. Yaşlı, genç, kadın, erkek çırılçıplak huşu içinde oturuyor büyük saunada. Ortada bir çalışan köze su döküyor ve içerisinin havasını her yere yaymak için havlu ya da devasa bir yelpaze çeviriyor içeride. Işık oyunları ve hafif bir müzik de ortamı o kadar gevşetiyor ki meditasyon yapan bir çok kişi var etrafta.


Dışarı açılan kapıdan çıkınca 3 tane ahşap kulübe çıkıyor karşımıza. Tam geleneksel Fin hamamı şeklinde bu kulübeler. Yeşillikler içinde ahşap saunalarda da biraz vakit geçiriyoruz. En çok bu saunaları beğendim ben.


Ne yazık ki keyfi kesmek ve biran önce hazırlanıp uçağı yakalamak lazım. Baden Baden keyifli bir bölgede yer alıyor. Daha uzun süreli de gelinesi bir şehir.


.......

8 ay sonra bir kez daha Baden Baden'e gelme şansı buldum. Bu sefer önce Friedrichsbad'e gittik. Caracalla'dan farklı bir konsepti var Friedrichsbad'in. Girişte kişi başı 25 Euroluk en ucuz paketi aldık. Toplam 16 istasyonu dolaşabileceğiniz 3 saatlik bir program bu. (Biraz daha pahalı olanlarda masaj da var.) Yanınızda terlik, havlu, mayo götürmeniz gerekmiyor. Girişteki soyunma kısmında soyunup istasyonları gezmeye başlıyorsunuz. Saunalar, buhar odaları ve değişik sıcaklıktaki havuzlardan oluşan bu 16 istasyonlu tesis, Roma İmparatorluğu döneminde aynı yerde olan termal havuzun yerine inşa edilmiş. İsteyenler eski tesisin kalıntılarını da görebilirler. 

Ertesi gün ise Alpine Coster'a binebileceğimiz Mehliskopf tesislerine gittik. Roller Coaster'dan çok daha eğlenceli bir şey ağaçların arasında uzanan tren boyunca rayların üzerinde yol almak. Kişi başı 4 €'luk bu eğlence gezinin en keyifli kısımlarından biriydi. 

Fotoğraf Listesi:


1- Les Ponts Couverts'ten kanal manzarası

2- Petit France
3- Barrage Vauban gece ışıklandırılınca daha bir güzel görünüyor.
4- Bienal'de karşımıza çıkan işlerden biri.
5- Strasbourg'un kanalları ve parkları sonbaharda daha bir hoş.
6- Alpine Coaster 

Önerilen Sayfalar:


Termal tesislerden hoşlananlar için Türkiye'den dört tavsiye:


* İzmir'de Bir Gün (Balçova kaplıcaları)

* Trabzon Merkez ve Ayder Yaylası (Ayder kaplıcası)
* Frig Vadisi'ni Gezememe (Afyon kaplıcaları)
* Bursa'da Huzur (Bursa kaplıcaları)

Almanya ve Fransa'dan gezi yazıları:

Heildelberg 
* Christmas Zamanı Hamburg'da 2 Gün
* Berlin in Berlin
* Paris'te İki Günde Ne Yedim?






1 Eylül 2015 Salı

Tahran'da Bir Gün

Bir günlüğüne yaptığım Tahran gezim sabah havaalanında başladı. Ağustos ayının deli sıcak olmayan bir günü. Zaten sıcaklık değil nemin bunalttığını milletçe öğrendik bu sene.

Havaalanındaki döviz gişesindeki oranlar gayet makul. 1 doları 34000 Riyal'e değiştiriyorlar. İran'da resmi para birimi Riyal ama herkes 10 Riyal = 1 Tümen olacak şekilde Tümenle iş yapıyor.

- Havaalanından şehre ulaşım:

Bu sefer biraz hazırlıksız yakalandım; havaalanından şehre giden tek bulabildiğim araç taksiye atlayıp 65.000 Tümene şehir merkezindeki kapalı çarşıya  ulaştım.

- İran'da uymanız gereken kurallar:

Öncelikle İran'a gelecek olanlar için bir kaç kuralı hatırlatayım: Ülkede şort giymek yasak. Kadınları geçtim erkek bacağı bile görmeye tahammülü olmayan bir ülke burası. Kot pantolon ve kısa kollu tişört - gömlek serbest. Uzun saç, top sakal, şapka falan da serbest. Kadınlar saçlarının önden yarısına kadar açık olabiliyorlar ama başlarını örtmeleri mecburi. Alta pantolon giyebilirler lakin kalçalarını fazladan bir etekle ya da uzun elbiseyle örtmek zorundalar. Kadınlarla erkekler sokakta ya da kafelerde yanyana olabiliyorlar ama fiziksel bir temas hiç görmedim.

İran Ortadoğu standartlarında bakacak olursak çok güvenli bir ülke izlenimi verdi bana. Saydığım kurallara uyduktan sonra sokaklarda gayet rahat dolaşabilirsiniz. Ben hiç bir endişe hissetmedim. Sokaklar Avrupa ülkeleri gibi tertemiz değil ama temiz. Ayrıca biz dahil bir çok tam gelişmemiş ülkede karşılaşabileceğiniz sokakların ya da insanların kokması gibi bir durum İran'da hiç karşıma çıkmadı.

Tek endişem fotoğraf çekerken oldu. Ne zaman birileri fotoğraf çekmeme laf eder bilemediğimden Capon turistler gibi her yerin fotoğrafını çekemedim. Bu arada şehrin bir çok yeri heykellerle dolu, duvarlara çizilmiş resimler de çok yaygın. Keza saatlerce dolaştım Tahran'da bir kez bile ezan sesi duymadım. Değişik bir yermiş Tahran kafamdakinden onu anladım. Elbette az buz değil giyim kuşamdan bir dolu harekete kadar sınırlandırılmış olmak; totaliter rejimler ya da halk üzerinde baskı dediğin ister din temelli olsun ister başka bir şey her yerde kendinizi özgür hissetmenizin önündeki en büyük engel. Sanırım biz biraz fazla kanıksadığımız için, İran dendiğinde kafamda çok uç bir örnek vardı. Düşündüğümüz kadar uç değil, çok daha bize yakın bir sistem var İran'da. Üzülsek mi sevinsek mi bilemedim...

- İran'da gezinti:


İran, turistlerin çok tercih ettikleri bir ülke değil. O yüzden havaalanında bile Turist Information bulamadım. Zaten kafamızdaki turistik ülke tanımına çok da uygun bir imajı yok İran'ın malumunuz olduğu üzere. Yine de gündelik hayatta yukarıda saydıklarımın ötesinde bir rahatsızlık hissetmedim. Yıllardır uygulanan ambargolar da ülkeyi çok kötü bir hale getirmemiş. Sadece trafik inanılmaz kötü durumda. Şehirde trafik ışıkları çok az ve onlara uyanlar da çok fazla değil. Türkiye'deki trafikte yaya olarak cambazlık yapmayı öğrendim sanıyordum meğer yüksek lisans için Tahran'a gelmek gerekiyormuş. Trafikte bolca bulunan motosikletler de yayaların işini çok zorlaştırıyor.

Gelelim bir günde nereleri gezdiğimize. Taksi bizi Kapalı Çarşı'nın yakınında bıraktı. Yine Triposo'nun haritasıyla yolumuzu bulmaya çalıştık. Farsça yazılmış tabelaların altında sokak isimleri İngilizce olarak da yazıyor neyse ki yoksa haritayla yolumuzu bulmak imkansız olurdu. Kapalı Çarşı'da biraz dolaşıp hemen yan taraftaki Gülistan Sarayı'na geçtik. 1500'lerde yapılıp 1700'lerde yenilenen bu saray geniş bir avlunun etrafına dizilmiş binalardan oluşuyor. Şimdilerde yüksek modern yapıların arasında kalmış bu yapının büyük bir kısmı modern şehre yer açmak için Rıza Şah döneminde 1925 - 1945 arasında yıkılmış. Sarayın tamamını 85.000 Tümen ödeyip gezebiliyorsunuz ama biz 45.000 Tümene 3 ücretli bölüm ve girişteki mermer tahtı görmekle yetindik.

Sarı, Yezid mermerinden yapılmış taht hemen girişte karşınıza çıkıyor. Ardından girişi ayna kaplı holü geçip yan taraftaki Ana Salon'a geçiyoruz. Burada özellikle dünyanın değişik devletlerinin İran yönetimine hediye ettiği  porselenler hoş bir koleksiyon oluşturmuş.

Gülistan Sarayı çok da heybetli bir saray değil. Daha önce görmediğim bir şekilde ayna kullanılarak yapılan süslemeleri pek beğenmedim. Yine seramiklerdeki çizimler de çok basit kaçmış. Duvarlardaki motifler arasında da uyumsuzluk vardı; geleneksel oryantal desenlerin arasına yerleştirilmiş küp küp motifler çok sırıtıyordu. Bina içindeki duvar süslemeleri ve antika mobilyalar da çok heybetli değildi.

Gülistan Sarayı'nın ardından Khyam Caddesi'nin öbür tarafındaki Şehir Parkı'na geçiyoruz. Tahran şehir merkezinde çok olmasa da bir kaç tane park var. Çölün ortasında yapılmış bu parklar vaha gibi geliyor şehri gezerken. Park e Shahr'in içinde kuşları sergiledikleri büyük kafesler ve Barış Müzesi de yer alıyor. Kuşlara şöyle bir göz atıp kuzeydeki İran Ulusal Müzesi'ne geçiyoruz. Gezinin benim için en ilginç kısımlarından biri bu müze oldu. Belki bir Egyptian Museum değil ama yine de binlerce yıl önce bu topraklarda yaşamış insanların ürettikleri ve ürünlerde zamanla meydana gelen değişim ilgiye şayan. Gülistan Sarayı gibi burada da 1 saate yakın vakit geçirip Mermer Saray'a doğru yola çıkıyoruz lakin Mermer Sarayı bulamıyoruz ne yazık ki. Keza hemen arkasından görmek istediğimiz Ettefagh Sinagog'u da yok ortalarda. İran'da Yahudilerin rahatça yaşayabildiklerini duyunca şaşırmıştım; dini yapılarını bulmaya çalışınca anlıyorum ki o kadar da rahat değilmiş durum. Bu arada üniversiteli tiplerin doldurduğu bir kafe ilgimizi çekiyor ve hemen bir yemek molası veriyoruz. Sandviç ve omlet gayet doyurucu. Fiyatlar da İstanbul'la karşılaştırınca makul; iki kişi 45 Tümene doyduk.

Kuzeye devam edince Laleh Park'ına ulaştık. Burası Şehir Parkı'ndan daha büyük bir park. Bu parkta çimlere uzanıp piknik yapabilir, banklarda dinlenebilir ve voleybol oynayan gençleri izleyebilirsiniz. Laleh Park'ında verdiğimiz molanın ardından yaklaşık 1 saat yürüyerek Azadi Meydanı'na ulaştık. Tahran denince akla gelen yapılardan biri Azadi Anıtı. Anıtın etrafında hoparlörlerden radyo yayını yapılıyor. Yeşillikli küçük bir park olmuş anıtın etrafı ama ağaç falan yok, sadece çimen.

Azadi Anıtı kenarında son molamızı verip taksiye atlıyoruz yeniden. Bu sefer pazarlıkla 45.000 Tümene anlaşıyoruz taksiyle. Şehir merkeziyle havaalanı arası neredeyse 40 km. Tahran çok kalabalık bir şehir ama gündüz şehir nüfusuyla geceki arasında büyük bir fark var. Çoğunluk şehir dışında yaşayıp gündüz şehre çalışmak için geliyor, dolayısıyla akşamları şehrin dışına doğru feci bir trafik oluyor. 1 saati buluyor dönüşümüz. 

Bir sonraki sefere kuzeydeki park ve sarayları ziyaret etmek ayrıca Derbend'de mola vermek planıyla Tahran gezimin ilk kısmını tamamlamış oluyorum. İran'la ilgili artık bambaşka fikirlerim var. 

Fotoğraf Listesi:

1- Laleh Parkı
2- Gülistan Sarayı'nın avlusundan bir kare
3- Gülistan Sarayı'nın girişindeki mermer taht
4- Gülistan Sarayı'nda aynalarla süslenmiş bir bölümler
5- İran Ulusal Müzesi'nden objeler
6- Azadi Anıtı

* Önerilen sayfalar:

Granada ve Al Hamra Sarayı - Avrupa'nın Batısında İslam Şaheseri
Günübirlik Halep Gezisi 
Koştura Koştura Ürdün 
Beyrut'ta Gece ve Gündüz 
Şarm el Şeyh 

3 Ağustos 2015 Pazartesi

Amasra - Betona Esir Olmadan Önce

Amasra gezimize sabah 10'da Ankara'dan yola çıkarak başladık. 2 gün 1 gecelik gezide Amasra'yla beraber Safranbolu'yu da gezmek niyetindeydik ama yol düşündüğümüz gibi çıkmayınca ve giderken yeşilliklere kanıp yolumuzu uzatınca Safranbolu'ya bir ateş almaya uğrayabildik sadece.

Ankara'dan Çankırı-Kastamonu-Cide rotasıyla önce Gideros Koyu'na ulaştık. Bu yol, arada verdiğimiz ihtiyaç molalarıyla yaklaşık 4-5 saat sürdü. Rotamıza burayı eklememizin en büyük sebebi daha önce buraları gezmiş olan babamın "mutlaka görmelisin, bayılacaksın" tavsiyesi. Gideros Koyu'na, koyun iki tarafından da inilebiliyor. Biz önce Cide tarafından indik. Sahile ulaştığımızda çay bahçesinde öylesine sıcak karşılandık ki "kaldırma beni yerimden de kendi çayını kendin alıver" diyen mekanın sahibi olan kadının sıcaklığına hemen biz de eşlik ettik ve çaylarımızı alıp oturduk sohbet etmeye. Gideros sahilinde şimdilerde bahçesi çay bahçesi kendisi pansiyon olarak kullanılan evde doğmuş olan ablamız bizden 'manzara izleme parası' alacağını anlatıp gülmeye başladı lafın bir yerinde ve anlatmaya başladı bu şakanın hikayesini: "Bir gün buraya beyaz saçlı bir amca geldi. Oturdu bir masaya ve belki iki saat hiç konuşmadan denizi izledi. Sonunda dayanamayıp sordum 'Hayırdır amca. Hiç konuşmadan iki saattir denizi izliyorsun bir problem yoktur umarım.' diye. Amca birden kendine geldi ve cevap verdi 'Dalmışım kızım, ne kadar zaman geçti farkında bile değilim. Bu denizin manzarası öyle huzur veriyor ki... Bence sen buraya gelenlerden manzara izleme parası alsan zengin olursun.' Amca tek başına yolculuk yapıyormuş. Hanımı gezmeyi sevmediğinden yalnız başına kendini vurmuş yollara." Anlatılan kişi aynı benim babam! Kaç sene önce gelmişti acaba buraya? Hala kendisinden mi bahsedilip duruyor buralarda. Çaylar bitince kafamızda bu sorularla bi de öbür tarafa bakalım diyoruz. Diğer tarafta girişteki bira şişelerini görünce gözlerimiz parlıyor ama Ramazan diye içki satmıyormuş orası da... Şansımıza küsüp Amasra'ya doğru devam ediyoruz. 

Amasra'da Fatih Sultan Mehmet'in henüz Fatih olmadan önce şehzade olarak kaldığını duymuştum. Gideros-Amasra yolunda, koca tekneleri karadan taşıyan kamyonları görünce İstanbul'un fethi konusundaki parlak fikrin kaynağını da bulmuş olduk. Tarihçiler bu konuyu not etsinler lütfen.

Akşam 5 gibi Amasra'daki Büyük Liman Oteli'ndeyiz. İnternette otellere bakarken bu otelin fiyat/manzara dengesini sevdik. 2 kişilik odayı 120 TL'ye tuttuk. Booking.com'da dediğine göre 360 TL'den inmiş bu fiyat. Deniz manzaralı, merkezi bir otel ama daha fazlası yok kesinlikle. Bizim ödediğimizden çok yukarı bir fiyatı kesinlikle ödemeyin. Konaklama konusunda eğer vaktiniz olacaksa Amasra'ya ulaştığınızda gezerek de karar verebilirsiniz. Etrafta bolca pansiyon da var. Zaten çok küçük bir yer Amasra. Bayramlarda ya da haftasonları çok kişi buraya gelirse hemen dolar ve tadı kaçar. Sizlere tavsiyem boş olacağı zamanları tercih etmeniz. (Ramazan'da haftaiçi bir gün bunun için gayet uygun.) Geçen bayram ilçe o kadar dolmuş ki en son jandarma ilçeye girişleri kesmek ve gelenleri geri döndürmek zorunda kalmış. 45 000 kişi gelmiş bir günde, dile kolay...

Yol bizi çok yorup acıktırdı. İnternetteki blogları okursanız Amasra'da yemek için herkesin Mustafa Amca'nın Canlı Balık Restoranı'nı tavsiye ettiğini görürsünüz. Canlı Balık isminde başka bir yer daha açılmış sanırım, meşhur olan Mustafa Amca'nınki... Ben size gönül rahatlığıyla şunu söyleyebilirim: Hiç kasmayın oraya gideceğiz diye. Mekanın manzarası gayet güzel, balık yiyen arkadaşımın söylediğine göre balık çok tazeymiş (bi zahmet) ama mezeler konusunda mekan çok da parlak değil. Menü de öyle çok geniş seçenekler sunmuyor. Amasra'nın meşhur salatası da bana çok hitap etmedi (bitiremedik zaten salatayı). Hani en son yemeğin üstüne patates kızartması söyledim o kadar diyeyim size. Haa çok mu kötü? Yok canım gayet yiyebilirsiniz ama kasmayın yani yer bulacağız da illa orada yiyeceğiz diye. Hemen yan tarafındaki mekanlar ya da adanın diğer tarafındaki yerler de gayet güzel gözüküyordu. Onların birinde yemek yerseniz de büyük bir kaybınız olmayacaktır. Mekan çok popüler olduğundan yerimiz de çok şahane değildi; yine de manzaraya karşı içkilerimizi içip sohbet ederek erkenden bitirdik gecemizi. Bu arada Amasra'nın bu tarafındaki mekanlardan bakınca karşı taraf Porto Fino gibi görünüyor. (Hayaller Porto Fino gerçekler Amasra.) 

Ramazan'da Karadeniz'de içki içebileceğiniz ender yerlerden biri Amasra. Hakeza yemek mekanları da gündüz açık. Yani oruçla işiniz yoksa ya da Ramazan'da içki içiyorsanız gönül rahatlığıyla gidebilirsiniz. İçmiyorsanız ya da oruç tutuyorsanız da elbette gönül rahatlığıyla gidebilirsiniz. Kimse zorla ağzınıza yemek tıkmıyor ya da içki içmeye zorlamıyor sizi. Herkesin inancına, yaşam tarzına saygılılar anlayacağınız.

Sabah erkenden uyandık. Otelin manzarası çok hoş; karşıda plaj ve ada, kale duvarları, mendirek...  Zaten Amasra'da yüzünüz denize bakıyorsa sizi hep güzel bir manzara bekliyor. Kale içi bölgesi de çok iyi korunmuş durumda değil ama neyse ki yeni, çirkin apartmanlar yapılmıyor buraya. Çok sevimli müstakil evler, bahçeler ve bostanlar görmeniz de mümkün ara sokaklarına dalarsanız.

Biraz da şikayet edeyim madem: Denize doğru gördüğünüz manzarayla ilgili söylediklerimi ne yazık ki dağlara karşı söyleyemeyeceğim. Karadeniz'i beton yığınına döndürme projesi Amasra'da da uygulanıyor ve dağlardaki yeşillikler apartmanlardan oluşan çirkin sitelerle katlediliyor.  Amasra'nın geleceği de Trabzon gibi olacak belli ki; gri bir beton yığını. Şimdilerde Yeşil Yol adı altında Karadeniz'in yaylaları da beton yığınına dönüştürülmeye çalışılıyor zaten. Misal geçenlerde ziyaret ettiğim Ayder Yaylası kısa süre sonra iyice çirkinleşecek... Diğer yaylaların sonu da farklı olmayacak gibi. 

Neyse Amasra'da 2015'te durum böyle. Yine de denize karşı kahvaltımızı yapıp başlıyoruz Amasra'yı gezmeye. Amasra merkeze eski bir taş köprüyle bağlı adanın etrafında Cenevizlilerden kalma kale surlarının kalıntılarını görebilirsiniz. Kemere Köprüsü Sormagir Kalesini Zindan Kalesine bağlıyor. Köprünün ucunda Kale Kapısı var. Arada kapıdan geçmeye çalışan arabaların duvarlara sürtünmemeye çalışırken attıkları taklaları izlemek için kenarda beklemeniz yeterli. Köprüyü geçince yol ikiye ayrılıyor. İki ucun adanın arkasından birbirine bağlandığını düşünmeyin sakın. Sola doğru gidiyoruz önce ve kısa sürede sokak bitiyor. Ardından bu sefer de sağa devam ediyoruz. Sağdaki yol biraz dik. Yol boyunca tırmanmakta zorlananların soluklanması için banklar da yapmışlar. Buralardaki evlerin bir kısmı da pansiyon olarak kullanılıyor. Çoğunun bahçesi var. Yolda giderken karşıdaki tavşan adasını görebilirsiniz, yolun sonunda da Ağlayan Ağaç'ı ve yanındaki çay bahçesini. Eğer çay bahçesinin yanından yukarı tırmanırsanız adanın deniz fenerine ve ağaçlıklı olmasa da yeşil kısımlarına ulaşırsınız. Buralarda piknik yapmak da mümkün. Karadeniz manzarası çok güzel. Ayrıca buradan biraz yürüyüp adanın öbür tarafına geçerseniz Canlı Balık'ın olduğu deniz kenarını görebilirsiniz. 

Geri dönüp bu sefer köprünün kara tarafındaki kale kalıntılarının orada dolaşıyoruz. Kale içinde şirin evler ve bahçeler yanında, restore edilmiş, kapısı kapalı ama kapısından bakınca 23 Nisan'da ilkokulda sınıfı süslemişler gibi asılmış Türk bayrakları görülen Ortodoks kilisesini görebilirsiniz. Ayrıca cami olarak kullanılan bir başka Ortodoks kilisesi de kale içinde yer alıyor. Bu camide cuma hutbesini kılıç çekili şekilde okuma adetinin hala devam ettiğini kapısındaki tabeladan okuyup şaşırıyoruz ve devam ediyoruz gezmeye.  

Kaleiçinden çıkınca hemen yan tarafta Çekiciler Çarşısı var. Burada, çoğu Çin malı ama aralarda Amasra işi ahşaplar da bulabileceğiniz hediyelik eşyalar satan dükkanlar mekan tutmuş. Biz bir kaç hediyelik alıp bu sefer de Barış Akarsu heykelinin yer aldığı parkın oradan geçip yemek yenecek bir yer aramaya başlıyoruz. Sora sora Amasra Mutfağı'nı buluyoruz. Pek Amasra'ya özgü yemekler yok ama en azından ev yemekleri var. Yumurtalı Trabzon pidesi yeme şansımı da Karadeniz'e gelmişken kaçırmadım. 

Yemeğin üzerine sağda solda hakkında bilgi kırıntıları olan Gürcüoluk Mağarasını aramaya karar veriyoruz. Önce dünkü Cide yoluna sapıyoruz sonra da İnperi köyü mevkiinden sağa. Ardından gördüğümüz köylülere sora sora ilerlerken mağara tabelaları çıkıyor karşımıza. En son bir okun orada yol bitiyor. Buradan itibaren yürümeye başlıyoruz ama bi 15 dakika güneşin altında yürüdükten ve hiç bir iz bulamadıktan sonra geri dönüyoruz. Geri dönüş yolunda mağarayı sorduğumuz köylüler "Önü dikenlik kaplı zaten içerisi de karanlık, bir şey de yok boşuna gitmeyin" deyince anlıyoruz ki karşımızda ziyarete açık bir mağara yok. Gidecek olanlar yanlarına fener ve yürüyüşe uygun kıyafet alsınlar ayrıca da iyi araştırsınlar nasıl gidileceğini. 

Amasra'dan çıkıp Safranbolu'ya geçiyoruz Bartın üzerinden. Safranbolu'ya ulaştığımızda artık saat geç olmuştu. Şöyle bi eski çarşıya uğruyoruz ve görüyoruz ki Safranbolu tek başına gelinip görülmesi gereken bir yer. Bir sonraki kaçamağımızda Safranbolu'yu ziyaret etmeye karar verip Ankara'ya doğru yola çıkıyoruz. Karabük'ü geçtikten sonra enfes yollar çıkıyor karşımıza. İki taraftaki ağaçların çardak gibi örttüğü yemyeşil yolun ortasında dayanamayıp mola veriyoruz. Yeşile gark olmak buna denir işte. 

Karadeniz'e kıymalarına izin vermeyin.

Fotoğraf Listesi:


1- Porto Fino'yu andıran Amasra'da gün batımı
2- Fatih'in torunlarının torunları karadan gemileri yürütürken
3- Amasra'da ara sokakları gezerken karşımıza çıkan bahçe
4- Gideros Koyu
5- Arabaların zorlanarak geçebildiği kale kapısı
6- Dönüş yolunda Karabük'ün ardından yeşil bir geçit sizleri bekliyor.
7- Yol boyunca çok güzel manzaralar sizleri bekliyor.

* Önerilen Sayfalar:

İznik ve Yenişehir

* Amasra'nın batısından bir öneri: 

- Acarlar Longozu ve Maden Deresi'nde Kamp

* Karadeniz'de gezebileceğiniz yerler:

- Sümela Manastırı
- Trabzon Uzungöl
- Trabzon Merkez ve Ayder 


4 Temmuz 2015 Cumartesi

Etiyopya'da Müze Gezmeye Devam


Etiyopya'ya daha önceki gelişlerimde National Museum'ı gezmiş ve burada paylaşmıştım. Bu sefer Addis Ababa'daki bir diğer ilginç müzeyi gezmeye karar verdim. Addis Ababa Üniversitesi içindeki Etnografya Müzesi'ne (Ethnological Museum) taksiye atlayıp gittiğimde öğleden sonra olmuştu. National Museum'ın yarım dolara denk gelen 10 Bırr'lık fiyatıyla karşılaştırıldığında 100 Bırr'lık fiyatı biraz fazla gözükse de insanların Etiyopya topraklarında nasıl bir hayat sürdüğünü anlamak için güzel bir müze sizi bekliyor.

Müzeye ev sahipliği yapan bina Hallis Silassi'nin sarayı olarak inşa edilmiş. Müzenin Etiyopya'daki değişik halkları, kabileleri anlatan kısmı dışında eski başkanın evini görmek de mümkün. Ama ben en çok vaktimi ilk katta geçirdim. Üst katta da değişik dönemlere ait resimler, dini ikonalar ve müzik aletleri sergileniyor.

Müzenin planlaması insan ömrünün aşamaları şeklinde yapılmış. Girişte sizi Etiyopya'da çocukluk dönemini anlatan objeler ve hikayeler karşılıyor. İngilizce ve Etiyopya dilindeki bilgilendirici yazılar arasında bizdeki kıssadan hisseler tarzındaki öyküler bana çok ilginç geldi. Özellikle Banna Tale başlıklı öykü bizim kültürümüzde çocuklara anlatmak için fazla açık saçık bulunabilecek bir öyküyken cinsel konularda çocukları aydınlatmamanın ne gibi sorunlara yol açabileceğini ve Etiyopya kültürünün konuya verdiği önemi gösteriyor. Bu bölümdeki oyuncaklar da çok basit ama hoşlar. 

Bir sonraki aşamada gençlerin yetişkinliğe adım atmaları ve evlilik konuları işleniyor. Yetişkin olduğunu ispatlamak için öküzlerin üstünden koşarak geçmesi gereken erkekler, bekaretin önemli olmadığı ama evlilik dışı çocuğu kabul etmeyen topluluklar, evlilik öncesi ve sonrası kıyafetler gibi ilginç konular bu kısımda anlatılıyor.

Sonraki bölüm din konusuna ayrılmış. Yarı yarıya Müslüman ve Hristiyan olan Etiyopyalıların dini hayatlarının nasıl sürdüğü ve dinin toplum hayatında sebep olduğu değişik yönetimsel farklılıklar burada açıklanıyor. Özellikle yüzyıllar önce Yahudi olmuş Etiyopyalıların hikayesi çok ilginç geldi bana. Kuruluşunun ardından tüm dünyadaki Yahudileri toplayan İsrail'in ancak 1991'de vatandaşlık hakkı tanıdığı bu Yahudilerin 10000'i İsrail'e göç etmiş. Yeni vatanlarına uyumda çok zorluk çeken bu topluluğun dışında Etiyopya'da 2300 Yahudi kalmış. Dini yapılar, özellikle kırsal kesimde kendi yürütme ve yargı sistemlerini de kurmuşlar. Bu kısımda Semavi dinler dışında Ari İnancı (Sabi ve Beri isimli iki Tanrı'nın varlığına inanan bir inanç sistemi) hakkında da bilgi bulabilirsiniz. 

Takip eden bölümde yetişkinlerin hayatını, Etiyopya'nın kurulmasına giden yoldaki savaşları, bağımsızlık mücadelesini ve kabilelerin gündelik hayatını bulabilirsiniz. Mesela o dudaklarına tabak takan kabilenin Etiyopya'nın güneybatısında, aşağı Omo Nehri kıyısında yaşayan Suri (nüfusu yaklaşık 27.000 kişidir) ve Mursi kabileleri olduğu burada açıklanıyor. Güzel görünmek için sadece dudaklarına değil hem kadınlar hem erkekler kulaklarına da bu kilden ya da ağaçtan yapılma tabaklardan takıyorlarmış. Keza 16.-18. yüzyıllar arasında hüküm sürmüş Dawura Krallığı'nın toplamda 1000 km.'yi aşan ancak bugün yok olmaya yüz tutmuş ve hakkında yeterli araştırmalar yapılmamış, boyu 1.6 metreyle 6 metre arasında değişen, sınırları korumak için inşa edilmiş duvar hakkında da bu bölümde bilgiler veriliyor. 

Serginin sonlarına doğru ağaçtan yapılmış, göçebe kabilelerin deve sırtında taşıdıkları eşyalarla beraber içinde yaşadıkları ağaç dallarından yapılma kulübe de ilginizi çekecektir. Keza tahtadan yapılmış değişik şekillerdeki yastıkların sergilendiği vitrin sizde de bunlardan bir tane satın alma hissi yaratabilir. 

Etiyopya'nın iç kesimlerinde gezmek çok kolay olmayabilir ama değişik toplumların yaşam biçimlerini öğrenmek için bu müzeyi gezmenizi tavsiye ederim.

Fotoğraf Listesi:

1- Müzede sergilenen örtüsü açık kabile çadırı. İçinde yaşayanların her türlü malzemeleri de çadırda sergileniyor.
2- Bu ahşap aparat çizimlerinin hepsi birer yastık. Ben gittiğimde almadım ama hediyelik eşya satan dükkanlarda da bu envai çeşit tahta yastıklardan bulabilirsiniz.
3- Dawura Krallığı'nın sınırlarını korumak için inşa ettiği duvarları gösteren görsel.
4- Kabilelerin güzelleşmek için dudaklarına taktıkları, üstü deri kaplı kilden yapılma tabak.
5- Banna Tale isimli öykü, çocuklarını cinsel konularda bilgi vermeden yetiştirmenin ne kadar tehlikeli sonuçları olabileceğiyle ilgili öğüt verme amaçlı bir halk öyküsü.

* Önerilen Sayfalar:

- Etiyopya'ya gelmişken mutlaka Lucy'nin kalıntılarının sergilendiği Ulusal Müze'ye de uğrayın: Etiyopya Ulusal Müzesi'nde İnsanın Evrimini Gösteren Kalıntılar 

* Afrika'da Gezilecek Başka Yerler: 


- Zanzibar - Cape Town'da Yılbaşı'nda 6 Gün
- Nairobi'de Günübirlik Vahşi Yaşam Gezisi 
- Dakar'da Ngor Adası, Pembe Göl ve Afrika'nın Rönesansı Anıtı
- Gore Adası - Dakar



29 Haziran 2015 Pazartesi

Atina Kaçamağı

Bu seferki gezim öyle son anda gerçekleşti ki organizasyon hızıma ben de şaştım :) Cumartesi sabah erkenden uyanıp kaç zamandır aklımda olan Atina gezisini hayata geçirmeye karar verdim. Önce internette bloglara göz gezdirdim: Nerede kalınır, nereler gezilmeli, neler yapılmalı, şehre nasıl ulaşacağım... Ardından kalacak yeri buldum; cumartesi sabahı o gece için yer bulmaya kalkınca merkezde en ucuz 50 €'ya bir yer bulabildim. Gerçi bu dediğim çift kişilik odaydı ama tek kişi fiyatı da aynıydı. Neyse çantamı hazırlayıp koyuldum yola. Bu gezi boyunca Triposo'nun Greece uygulaması çok işime yaradı unutmadan belirteyim.

Atina Havalimanı'ndan Şehre Nasıl Ulaşılır?


Öğleden sonra indiğim Elefterios Venizelos Havalimanı'nda pasaport kontrolden ,vizeniz varsa, kolayca geçiyorsunuz. Abuk sabuk sorularla girişinizi zorlaştırmaya çalışmıyor kimse. Havaalanında şehre 35-40 €'ya taksiyle, 8 €'ya metroyla (2 kişi olunca kişi başı 7 € diye okudum bir yerde), 5 €'ya da otobüsle ulaşabiliyorsunuz. 'To Metro' okları sizi Line 3'e bineceğiniz metroya götürüyor. Dikkatli olun ama, bir taraf tren hattı diğer taraf metro hattı. Yanlışlıkla trene binmeyin. İlk başta Grek alfabesini yadırgıyor insan ama bir süre sonra alışıyor. 


Mayıs Ayı Atina'yı Ziyaret Etmek İçin Uygun mu?


Aylardan Mayıs. Hava gayet uygun. Gündüz 25-27 derece civarları, akşamsa 15-16 derecelerle üşütmeden gezmeye izin veriyor. Kavurucu yaz sıcaklarındansa Mayıs bence ideal. Şehrin merkezi noktalarından biri Syntagma Meydanı. Yunanistan'daki halk ayaklanmaları sırasında ismini çok duyduğumuz bu meydana yarın askerlerin devir teslim töreni için geleceğim. Ayrıca meydanda kocaman bir stand 1919 Pontus Soykırımı konusunda bilgi veriyor. "Ne ki bu?" diye bakarken beni ilgili görüp elime broşür ve CD tutuşturdular. Eve dönünce bakarım. Tarihi bir de karşı tarafın gözünden incelemek, neler söylediklerini dinlemek lazım.


Önce yürüyerek otelime ulaşıyorum. Şehir merkezine yürüme mesafesindeki otelim yine de biraz kenar bir semtte kalıyor. Önceki halini görmeden ama rahatça tahmin ederek şunu söyleyebilirim: Yunanistan'da ekonomik çöküş hayatın her alanına yansımış durumda. Kapalı dükkanlar, merkezi konumuna rağmen harabe olarak bırakılmış binalar, dilenciler, çöplerden bir şeyler toplayanlar... Turizm yeniden toparlanmaya başlamış gibi ama Yunanistan'ın sıradan bir Balkan ülkesi durumundan Avrupa ülkesi konumuna geçmesi on yıldan uzun sürecek gibi. 


Yaklaşık 48 saatim var Atina'da. Bu cumartesi gününü ortamı koklamaya ayırıyorum. Çantamı odama bıraktıktan sonra Monastiraki Meydanı'na ulaşıp başlıyorum merkezi turlamaya. Monastiraki'yi Atina'nın Sultanahmet'i gibi düşünün. Turistik merkez orası. Burdan Akropolis'i karşınıza alıp sola giderseniz Plaka'nın sokaklarına ulaşırsınız. Sağa giderseniz Pazar sabahı bit pazarına ev sahipliği yapacak, hediyelik eşyalar satan dükkanların olduğu sokakları görebilirsiniz. Ben de hiç bilmediğim bu sokakların büyüsüne kaptırıyorum kendimi. Akropol'deki Parthenon'u (o gördüğünüz sütunlu yapının adı Parthenon, tepenin üstündeki alanın adıysa Akropol) hemen her sokaktan görebiliyorsunuz. 


Yemek Yemek İçin Tavsiyeler


Sokaklarda turlarken yavaş yavaş midemin gurultusuna da kulak kabartmaya başladım. Mekanların çoğu menülerini görülebilecek yerlere koymuşlar. Adrianou Sokağı 144 numaradaki mekan çok dikkatimi çekiyor: Ta Giouvetsakia.Yaşlı garsonları, yerel mezeleri, makul fiyatlarıyla mekana o kadar ısınıyorum ki biraz daha dolaşıp yine orda alıyorum soluğu. Türkçe menüleri bile var. Bildiğimiz mezelerin Yunan versiyonlarını görmek için ideal. Mesela cacık bizdeki gibi kaşıkla içilen, sıvı bir yemek değil de yoğun bir meze olarak geliyor masaya. Önce bi kadeh beyaz şarap söylüyorum test etmek için. Beğenince karafta 0,75 cl sipariş vermeye karar veriyorum ama saçlarını boşuna beyazlatmamış garson "yarım karaf getireyim yeter sana o" deyip koca şişeyi içmemi engelliyor. İçki masadında herhangi biri bana "Daha içme" ya da "Ondan içme" derse hep söz dinlerim. Kim olduğunun hiç önemi yok; şimdiye kadar söz dinlemediğim ve dinlediğim için pişman olduğum hiç olmadı. Gerçekten de yarım karaf bana fazlasıyla yetiyor. Bahşiş dahil 3 meze, 1 Greek Salata ve şaraba 29 € ödeyip kalkıyorum masadan. Bi şişe şarabın 9 € olması ne şahane! Yurtdışında en sevdiğim şey restoranlardaki içki fiyatlarının bizdeki gibi deli pahalı olmaması. 


Hem yol yorgunluğu hem de şarap beni gece alemlerine akmaktan alıkoydu. Yaşlanınca, yarın sabah erken kalkacağını göz önünde bulunduruyor insan. 10.30 demeden giriyorum yatağa. 7'de bile kalkamıyorum pazar sabahı, öylesine yorulmuşum.


Atina'da Öncelikle Nereler Gezilir?


Şöyle bir şablon çıkartabilirim size:


- Monastraki Meydanı ve Bit Pazarı, Tzistarakis Camii

- Yunan Agora'sı ve Stoa of Attalis, Hephaistos Tapınağı
- Akropol ve Parthenon, Erechtheion, Herodes Atticus Tiyatrosu
- Roma Agora'sı ve Rüzgar Kulesi, Fethiye Camii, Hadrian Kütüphanesi
- Syntagma Meydanı ve Parlamento Binası, Meçhul Asker Anıtı, National Garden, Zeus Tapınağı, Hadrian Kemeri, Panatanik Stadyum, 
- Lycabettus Tepesi
- Pnyx ve Philopappos Anıtı, Agios Dimitrios Loumbardiaris Kilisesi, Kerameikos

Birbirlerine yakınlıklarına göre bu şekilde sınıflandırabiliriz gezilecek görülmesi gereken yerleri. Ne yazık ki herhangi bir müze gezmedim vaktim olmadığından.


Monastraki Meydanı:


Güne Monastraki Meydanı'ndaki Tzistarakis Camii önünden başladım. Atina'da ibadete açık herhangi bir cami bulunmuyor. Bağımsızlık savaşı sonrası Türkler şehirden uzaklaştırılınca var olanlar da başka amaçlarla kullanılmak üzere dönüştürülmüş. Tzistarakis de günümüzde Yunan Halk Sanatları Müzesi olarak işlev görüyor. Pazar sabahları, meydanın öbür tarafından devam edip önce ara sokaklardaki sonra da yolun ilerisindeki eski eşya satıcılarına ulaşabilirsiniz. Bit pazarı diğer ülkelerdekiler kadar etkilemedi beni. Sen Petersburg'daki ya da Viyana'daki bir pazarı daha etkileyiciydi.


Yunan Agorası:


Geri dönüp Yunan Agora'sıyla antik yapıları gezmeye başlıyorum. Girişte alınacak 12 €'luk bilet Yunan Agorası dışında Akropol, Zeus Tapınağı, Hadrion Kütüphanesi, Roma Agorası ve Kerameikos'a da giriş bileti aynı zamanda. Her bir mekana girişte kapıda biletin bir parçasını yırtıyorlar. 


Yunan Agorası kısmında sizi öncelikle Stoa of Attalis bekliyor. Bu tarihi yapıda çok sayıda eski çanak çömlek, heykel ve takı sergileniyor. Çok enteresan eşyalar var sergilenenler arasında ama özellikle çok ilgimi çeken birisine dikkat çekmek isterim: Yunan Demokrasisinin bir döneminde yapılan seçimler Tiranları önlemeye yönelik bir uygulama içeriyormuş. Yapılan seçimde en istenmeyen kişi seçiliyor ve on yıl boyunca şehirden sürgün diliyormuş. Böylece negatif uçların törpülenmesi sağlanıyormuş. İşte o seçimler zamanı çanak çömlek parçaları üzerine kazınmış isimler şeklinde kullanılan oyların bir kısmını bu müzede görebilirsiniz.


Yunan Agorasında, binlerce yıl önce Atina'daki hayatı gözünüzün önüne getirebileceğiniz bir çok yapı var. En sağlamlarından biri Hephaistos Tapınağı. Agoranın öbür tarafındaki bu sütunlu tapınak binlerce yıllık geçmişine rağmen hala gayet iyi durumda. Agoradan yukarı çıkarken karşınıza çıkacak 10. yüzyıldan kalma kilisenin adı ise Holy Apostles. Aslında agoralar ve tarihi yapılarda, şehir devleti sonrasındaki bütün Bizans ve Osmanlı zamanına ait değişiklikler yıkılmış ve yapılar daha önceki dönemlere göre restorasyon edilmiş durumda ama bir tek bu kiliseye nedense dokunulmamış. 


Akropol:


Agoranın üst tarafındaki çıkışından sağa giderseniz Akropol'e ulaşabilirsiniz. Göründüğü kadar çok tırmanmak gerekmiyor lakin yapıların heybetinden herhalde ilk görüşte "nasıl tırmanacağım ben oraya?" dedim içimden. Akropolün girişinde Athena Nike tapınağı sizi karşılıyor. Yukarı çıkıncaysa karşınızda koca Parthenon var. Hala tadilatta olduğunu belli eden etrafındaki vinçlere rağmen çok etkileyici bir görünümü var. (Sanırım Avrupa Birliği fonlarından restorasyon amacıyla alınan paraları politicalılar bir şekilde hacılamışlar.) Parthenon'un heybeti şehrin değişik yerlerinden rahatlıkla görülüyor. O parlak devirlerinde burda olsam gözlerimi alamazdım herhalde... Şu anda çoğu kısmı yıkık olan Parthenon'la ilgili ilginç hikayelerden birisi de şöyle: Osmanlılar zamanında yanına minare dikilip camiye çevrilen Parthenon'un bir kısmı aynı zamanda cephanelik olarak kullanılıyormuş. İşte bir Venedik saldırısında Parthenon'a isabet eden top mermisi cephaneliği havaya uçuruyor. Yapı, en büyük tahribatlarından birini o zaman yaşıyor, çatının bir kısmı çöküyor.


Akropol'de Parthenon dışında bir başka ilgi çekici yapı da Erechtheion. Şehrin ana tanrıçası Athena ve Poseidon'a adanmış bu tapınağın en ilgi çekici yanı kadın vücudu şeklinde yapılmış sütunları. Yapı MÖ 400'lerde inşa edilmiş ve Osmanlı zamanında şehir valisinin haremi olarak işlev görürken en büyük hasarlarından birini Yunan Bağımsızlık Savaşı sırasında Osmanlı topçusunun saldırısı sırasında almış. Şu anda orijinal sütunların beşi replikalarıyla değiştirilmiş ve orijinalleri restorasyon sonrası Akropolis Müzesi'nde sergilenmeye başlamış. Altıncı sütun ise 19. yüzyıl başlarında Lord Elgin tarafından İngiltere'ye kaçırılmış ve şu an British Museum'da sergileniyor. Bu arada Osmanlılar zamanında Akropoldeki bir çok eser de Lord Elgin tarafından Osmanlılardan alınan izinle İngiltere'ye götürülmüş ve şu anda sergilendikleri British Museum'a satılmış. 1983 yılında Yunan hükümeti eserleri geri istemiş ama henüz bir sonuç elde edilememiş tıpkı Anadolu'dan kaçırılıp Berlin'de sergilenen Bergama Sunağı gibi. Bazen tarihe, sanata sahip çıkmayan yöneticileri görünce kalması mı daha iyi geri getirilmesi mi kararsız kalıyor insan...Parthenon'un arka tarafından bakarsanız Herodes Atticus Tiyatrosu'nu üstten görebilirsiniz. Anadolu'dakiler kadar etkileyici bir yapı bu da. 


Roma Agorası:


Akropol'den aşağı inince sağa devam edip Roma Agorasına geçiyorum. Athena Archegetis Kapısından geçerek girilen Roma Agorası içinde yer alan Rüzgar Kulesi etrafı çevrilip tadilata alınmış. Bizans döneminde yan tarafına inşa edilen kilisenin çan kulesi, Osmanlılar zamanında yarısına kadar toprağa gömülü halde tekke olarak kullanılan bu kule, M.Ö. 50 yılı civarında rüzgarın yönünü tespit etme ve içindeki su ve güneş saatleriyle dünyadaki ilk saat kulelerinden biri olarak inşa edilmiş. Bu arada dünyanın değişik yerlerinde (Oxford, Londra, Sivastopol vs.) bu kulenin mimarisi örnek alınarak yapılmış kuleler bulunmaktadır. 


Roma Agorasının hemen yan tarafında bulunan ve 17. yüzyılda Osmanlılar tarafından yapılan Fethiye Camii de şu anda restore edildiği için kapalı. Yıllar içinde kilise, okul, askeri hapishane ve hatta bir dönem askeri fırın olarak kullanılan bu yapı en son Agorada bulunan tarihi eserlerin saklandığı depo görevi görmekteymiş. Roma Agorasının hemen alt tarafında görkemli ön duvarının çoğu günümüze kadar ulaşmış Hadrian Kütüphanesi yer alıyor. Roma İmparatoru Hadrian'ın yaptırdığı bu yapının girişinden bile ne kadar şaşaalı olduğu anlaşılabiliyor. 


Syntagma Meydanı:


Buradan biraz doğuya yürürseniz Syntagma Meydanı'na dolayısıyla Parlamento Binası ve önündeki Meçhur Asker Anıtında nöbet tutan, saatte bir de törenle nöbet değişimi yapan aslerlerin olduğu yere ulaşırsınız. Daracık tayt ve pileli elbiseleri içinde, ayaklarında ucu ponponlu ayakkabı olan ve başlarındaki şapkanın kenarından sarkan püskülleri nöbetçi subay tarafından mütemadiyen düzeltilen bu askerlerin saat başı yaptıkları nöbet değişimi töreni çok eğlenceli. Keza nöbet değişimini beklerken askerlerle fotoğraf çektiren turistler kurallara (her seferinde yalnız bir kişi fotoğraf çektirecek, askerlere ellemek yasak vs.) uymadıklarında kımıldaması yasak askerlerin silahlarını sertle yere vurarak nöbetçi subayı çağırmaları ve nöbetçi subayın turistlere çok da sert görünmemeye çalışarak kuralları uygulamaya çalışması komik görüntüler ortaya çıkarıyor. Askerlik konseptini sorgulamak Atina'da çok daha kolay olur sanırım. 


Parlamento'nun yan tarafındaki Park şehirde görebileceklerinizin en düzenlisi. Örneğini gelişmiş Avrupa ülkelerinde görebileceğiniz Ulusal Bahçe 1840 yılında Kraliçe Amalia tarafından açılmış. Zamanında dünyanın değişik yerlerinden getirilmiş bitkilerin çoğu ne yazık ki zorlu Akdeniz iklimine dayanamayıp kurumuş. Yine de şehri gezerken mola vermek isteyenler bu gün doğumundan gün batımına kadar açık olan parkta keyifli bir mola verip isterlerse bu molayı pikniğe bile çevirebilirler.


Parkla ilgili ufak bir hikayeyi de paylaşayım. Malum Yunanlılarla Türkler arasında savaş halindeki iki düşman olma durumu daha yeni yeni duruluyor. (Bizde de Yunanlılarda da hala savaş ortamını körüklemek isteyen kesimler mevcut tabii ki.) Anlatacağım hikaye 1919-1923 arasında geçiyor. Venizelos Kral Alexander'ın altında hükümeti yönetmeltedir. Bir önceki Kral 1. Konstantin Alman hükümetine yakın görüşleri nedeniyle İngiliz-Fransız güçleri tarafından tahtını oğluna devretmek zorunda kalmıştır. Venizelos Megali İdea görüşüyle Anadolu'nun bir kısmının da Yunanistan'a bağlı olmasını savunup İngiliz ve Fransız hükümetlerinden aldığı güçle İzmir'e saldırır. Savaşın başlangıcından bir sene sonra, 30 Eylül 1920 günü Kral Alexander bu parkta gezerken sahibi tarafından parkta gezdirilen evcil bir maymun tarafından ısırılır ve 3 hafta sonra da ölür. Alexander'ın ölümü üzerine 1. Konstantin yeniden başa geçer. Bu dönemde yapılan seçimleri rakibi Dimitrios Gounaris kazanınca Venizelos iktidarı kaybeder. Bu değişen politik ortamda Yunan ordusunun askeri gücü zayıflar ve ardından İngiltere ve Fransa Yunan ordusundan desteğini çeker. İşte Türk tarih kitaplarında "Yunanlıları İzmir'de denize döktük" Yunan tarih kitaplarında "Büyük İzmir Yangını" olarak geçecek yenilgi bu şartlar altında gerçekleşir. Tam bu parkta yaklaşık 100 sene önce bir maymunun kralı ısırması sonucu tarih başka şekilde yazılır. Güney Amerika'da kanat çırpan kelebeğin yarattığı fırtına bu olsa gerek...


Parktan çıktıktan sonra hemen yan tarafta Panatenik Stadyum'u göreceksiniz. 1886 olimpiyatları için inşa edilmiş bu stadyum bizim gibi sadece futbol maçlarına uygun stadyum bilenler için ilginç bir yapı olabilir.  Burdan devam ederseniz bir kaç sütunu hala ayakta bir tanesi ortaya saçılmış bisküvi paketi gibi yerde yatan Zeus Tapınağı'na ulaşabilirsiniz. Burdan da Akropol çok güzel görünüyor. Hadrian Kemeri de hemen yan tarafta. 


Lycabettus Tepesi:


Hala yürüyecek dermanı kalanlara güneşin batışını izlemek için Lycabettus Tepesi'ne çıkmalarını tavsiye ederim. Taksiyle ya da yürüyerek Aristippou Sokağı'na giderseniz burdan yarım saatte bir hareket eden teleferik (bizdeki finükülere karşılık geliyor) için gidiş dönüş 7 €'luk biletten alabilirsiniz. Bu sokağa tırmanmak için yürüyenler bundan sonrasını da yürümeye kalkabilirler aslında, bi bu kadar daha tırmanmak gerekiyor çünkü. Yukarıda yer alan mekanda Akropol manzarasında bira içmek çok keyifli. Bira fiyatı da deli pahalı değil 50'lik bira 5 €. Tepedeki kilisenin bir tarafında oturup Akropol manzarası izlenebilirken diğer tarafta yemeğinizi yerken güneş batışını izleyebilirsiniz. Ya da güneş batışını sırf bunun için gelmiş turistlerle beraber kilisenin avlusundan da izleyebilirsiniz.


Dönüşte yeniden Plaka'ya geçtim ve masalardaki pizzalara kanıp Antica Cafe isimli mekanda pizza yedim. Göründüğü kadar lezzetli değildi pizzalar. Bugünü de tamamlama vakti geldi böylece. Son günümde öğlene kadar vaktim var; sabah erken kalkmazsam yalan olur son gün.


Pnyx:


Sabah yine erkenden başlıyorum güne. Odamı boşaltıp çantamı resepsiyona teslim edip vuruyorum kendimi yollara. Planımdaki yerlerden bir tek Pnyx tepesi kaldı geriye. Yolumun üstündeki Keramiakos'a uğruyorum önce. Seramiğe adını veren bu alanda eskiden seramik ve çanak-çömlek atelyeleri bulunuyormuş. Ortasından dere geçen ve mezarlık kalıntılarına da ev sahipliği yapan bu alanda özellikle mezar taşlarına dikkatinizi çekmek isterim. 


Sokak aralarından yürümeye devam edince evlerin b
ittiği yerde zeytinlikler başlıyor. Zeytin ağaçları arasından yürüyüp önce Ulusal Gözlemevi'ne ulaşıyorsunuz. 1842 yılında kurulan bu Yunanistan'ın ilk gözlemevini geçince ise yakın zamanlarda keşfedilmiş bir alana ulaşılıyor. Pnyx tepesi M.Ö. 500'lerde Yunan Demokrasisi altın çağlarını yaşarken buraya inşa edilmiş Bema denilen ahşap platformda, Parthenon'a karşı Ekklesia denilen toplantıların yapıldığı yermiş. Herkesin özgürce fikirlerini tartıştığı bu platformda kimi kaynaklara göre 6000 kişilik toplantılar yapılabiliyordu. Temsili demokrasi öncesi dönemdeki doğrudan demokrasi denemelerinin başlangıç yerlerinden biri sayılabilir burası.


Pnyx tepesinde ağaçların arasındaki patikalardan ilerlemeye devam ederseniz karşınıza Agios Dimitrios Loumbardiaris Kilisesi çıkacak. Zeytin ağaçları arasında, ıssız bir yerde 12. yüzyılda yapılmış bu kilisenin en çok duvarlarına bayıldım. Karmaşık bir şekilde bu kadar şahane bir eser çıkarmak çok büyük bir sanatsal bakış gerektiriyor. Kilisenin önündeki tabelada kilisenin mucizelerinden biri olarak 1600'lerde şehrin kumandanı olan Yusuf'un kiliseyi bombalamasının ertesi günü üstüne düşen yıldırım nedeniyle ailesiyle beraber ölmesinin hikayesini okuyabilirsiniz. 


Patikalar arasında devam ederseniz son olarak karşınıza Philopappos Anıtı çıkacak. Akropolün merdivenlerinden inerken de tam karşınızda görebileceğiniz bu anıtla Atina gezimi bitiriyorum. Anıttan aşağı patikalar boyunca kıvrıla kıvrıla yürürken Atina'ya yeniden gelmenin planlarını yapıyorum kafamda. Bu sefer Pire Limanına ve Korint Boğazına giderim. Yeniden Ta Giouvetsakia'da sokağa nazır yemek yerim. Yalnız gelmezsem yine Lycabettus Tepesi'ne çıkarım... Müzeler var daha gezilecek...


Fotoğraf Listesi:


1- Atina denince akla ilk gelen yer Akropol'deki Parthenon Tapınağı.

2- Akropol'e çıkarken sağınızda göreceğiniz Herodes Atticus Tiyatrosu.
3- Saat başı yapılan nöbet değişimi için gelen süslü askerler.
4- Akropol'de, şehir merkezinden de görülebilen, kadın vücudu sütunlu Erechtheion Tapınağı.
5- Yunan Agorasında yer alan Zeus Tapınağı.
6- Bu da Olimpiyat Stadyumunun alt tarafında yer alan Zeus Tapınağı kalıntıları ve arkada Akropol.
7- Nöbet değişimi törenindeki askerler.
8- Atina sokaklarında çok güzel duvar resimleri sizleri bekliyor.
9-  Atina gezimde beni en çok şaşırtan görüntülerden biri Pynx tepesindeki Agios Dimitrios Loumbardiaris Kilisesinin duvarlarıydı. 

Önerilen Sayfalar:


Karayoluyla Yunanistan & Bulgaristan 1 - Dedeağaç, Gümülcine, İskeçe, Kavala 
Karayoluyla Yunanistan & Bulgaristan 2 - Halkidiki, Selanik ve Seres
- Gökçeada
İzmir'de Bir Gün
Trabzon Merkez ve Ayder
Kıbrıs'ın plajları, Karpaz ve Son Kale Bufavento
Frig Vadisi'ni Gezememe
Bozcaada'da Kısa Bir Tatil
Üç Eski Rum Köyü...
Sümela Manastırı