hollanda etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hollanda etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Şubat 2016 Cuma

Amsterdam


Utrecht'e veda edip Amsterdam'daki otelimize ulaşıp kendimizi hemen dışarıya attık. Şehrin Noord bölgesinde yer alan Amadi Panorama Hotel'de kalıyoruz. 26 numaralı tramvayla şehir merkezindeyiz. Saat 4 olmuş ve Kasım sonundan Ocak ortasına dek devam eden Işık Festivali kanalları süslemiş durumda. Şehri gezmeye başlamadan Amsterdam Central Tren Garının önünden kalkan botlardan birine atlayıp 75 dakikalık Işık Festivali turuna çıkıyoruz. Kanallarda birbirinden ilginç işler sergileniyor. Kâh su içinde Atlı Karınca, kâh Kuzey Işıkları, kâh Özgürlük Anıtı... Eğer Işık Festivali zamanında Amsterdam'da olursanız bot turunu tavsiye ederim.

Amsterdam'da akşam oldu bile; malum günler çoktan kısaldı. Karnımız aç. Hemen şehrin en merkezi caddelerinden Damrak Caddesi'ne dalıyoruz. Utrecht'te olduğu gibi burada da tercihimiz Uzakdoğu mutfağı: Kyoto Sushi yiyebildiğin kadar menüler sunan bir Japon lokantası. 27 Euroluk menü yanında şarap da söyleyip kişi başı 40 €'ya tıka basa doyuyoruz. Sushi restoranların vejetaryen yemekleri de gayet iyiymiş, tavsiye ederim lakin balık yiyen arkadaşım ertesi gün şiddetli mide ve baş ağrısı çekti. Sanırım Kyoto Sushi'de yediği bir şeyler (ki ben zehirlenmediğime göre balık kaynaklı olmalı bu zehirlenme) dokundu. Kyoto Sushi'ye gitmeyi düşünenler dikkat etsin.

Gecenin devamında Red Light bölgesini geziyoruz. Şehirlerin seks ve fuhuş için olan bölgeleri genellikle kadınlara kapalıdır ama burada neredeyse erkekler kadar kadınlar da rahatça dolaşıyor ortalıkta. Keza Amsterdam denilince akla gelen serbestçe esrar içilmesi olayı da dikkat edenlerin burnuna gelen kokuyla gün gibi aşikar. Red Light'ta ayrıca seks tiyatrosu da yer alıyor. Sahnede sevişen çiftler ve striptiz yapan kadınları izleyebildiğiniz salonda da erkek ve kadın popülasyonu orantılı. Casa Rosso isimli mekanın giriş ücreti 40 Euro. 

Red Light bölgesi şehrin ayrıca Çin Mahallesi. Barlar, vitrinde müşteri bekleyen kadınlar ve coffeeshoplar arasında bir Budist Tapınağı bile çıkıyor karşımıza. Bu arada eşcinsel dostu olarak yıllardır haklı bir ünü olan Amsterdam'da bir diğer ilgimi çeken konu da etrafta cinsel yönelimini belli edecek şekilde giyinmiş bireylerin sayısının azlığı oldu.

Gece otele dönerken son tramvayı (gece 12.30'daymış) kaçırdığımızı anlıyoruz. Gece otobüsleri var ama yorgunuz. Bindiğimiz taksinin şoförü Türk ve arkadaşımın yaptığı öğrenci muhabbetinden etkilenip az para alıyor bizden :) Pazar günü yağmur bekliyorduk ama rüzgarlı olsa da güneşli bir hava karşılıyor bizi. Sabah hemen tramvayla merkeze inip kahvaltı mekanı arıyorum. Amsterdamda.com'da gördüğüm yerlerden Letting'i seçiyorum. 

Kahvaltı sonrası niyetim Van Gogh Müzesi'ni gezmek. Ne yazık ki standart bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak internette okuduğum "gitmeden biletinizi alın ki sırada beklemeyin" ikazlarını kaale almıyorum ve elimi kolumu sallaya sallaya gidiyorum Museumplein'e. Van Gogh Müzesi dışında da müzelerin bulunduğu bir meydan burası. Müze için bilet almaya kalktığımda 1.30 saat sırada beklemem gerektiği gerçeğiyle yüzleşiyorum. Günlerden pazar ve müzelerin önünde uzun sıralar oluşmuş durumda. Neyse ki biraz daha buralardayım. Otele dönünce internetten bilet almak en mantıklısı olacak.

Sonra başladım şehri dolanmaya. Önce Beginhoff'a gittim. 500 yıldır yaşlı kadınlara ev sahipliği yapan bu merkez yüzyıllar önceyi dondurmuş gibi ama bir yandan da içeride yaşayanlar var. 1500'lerden kalma, Amsterdam'ın en eski ahşap binası da bu bölgede yer alıyor.

Sonra merkezi turlamaya başladım. Önce Red Light'a gittim. Haritada Oudezijds Voorburgwal olarak geçiyor bu bölge. Sonra yan taraftaki Budist Tapınağını bir de gündüz gözüyle ziyaret ettim. Ardından Waag denilen eski şehir surlarından kalma şato gibi yapının yanından geçip Portekiz Sinagogu'na kadar yürüdüm. Zamanında İspanya'dan kaçan Yahudilerin inşa ettiği bu sinagog ziyaretçi kabul eden ender sinagoglardan biri. Daha önce Fas'ta günümüzde kullanılmayan tarihi bir sinagogu gezme şansım olmuştu. Bu seferki sinagogun giriş ücreti 15 € pahalı geldiğinden yolumu Rembrant Meydanı'na çevirdim. Christmas pazarları Amsterdam'da çok da şaşaalı değil bir Almanya ya da Macaristan'la karşılaştırıldığında. Christmas'a özel Olienbollen satan birini bulup yağda kızarmış şekerli hamur toplarından alıyorum. Bir nevi bizim lokma. Üzümlüsü daha lezzetli.

Burdan, İkinci Dünya Savaşı sırasında ailesiyle beraber 2 yıl saklanan ve yaşadıklarını günlüğünde paylaşan Yahudi kızı Anne Frank'in evine doğru devam ediyorum. Onun önünde de uzun bir sıra var.  Bu evin hemen yan tarafında iki ilgi çekici yapı daha var. İlki kulesinin üstünde kraliyet arması işli şapka konmuş Westerkerk Kilisesi. İçinde büyük bir orgu da barındıran sade bir kilise burası. Diğeriyse dünyada ilk kez savaş zamanı öldürülen LGBT bireyler için yapılmış Homo Anıtı. Kanalın içine doğru merdivenle inen, zeminle bir ve zeminden yarım metre yukarıda 3 pembe üçgenden oluşan bu anıt 1980'lerde yapılmış.

Kuzeye devam edip Haarlem yolunda dolanıyorum biraz da. Bu arada Amsterdam'da yaşayan arkadaşım Utku arıyor. Çok geçmeden şehrin envai çeşit biralarından içmeye başlıyoruz. Kendi birasını üreten mekanları iyi bilen Utku (mekanlardakiler de onu biliyorlardı, şehrin güzide bir üyesi olmuş anladığım kadarıyla :) ) gece beni güzel bir tura çıkarıyor. İlk önce zemini fıstık kabuklarıyla kaplı De Bierfabriek'teyiz. Mekanın ortasındaki bira kazanında yeni bira hazırlanırken biz eldeki 4 çeşit birayı içmeye başlıyoruz. Bir sonraki mekanımızda daha fazla çeşit var. Sohbet muhabbet derken mekanın kapanma saati gelmiş. Yarın gece beni evinde misafir edecek olan Utku'dan ayrılıp sallana sallana dönüyorum otelime. Biraz fazla içmiş olabilirim :)

Sabah oteli boşaltıp önce Utku işe gitmeden çantamı evine bırakıyorum ardından da Merkez Garında bulunan Grand Cafe'ye geçiyorum kahvaltı için. Büyük şehirlerin garlarında klasik tarzda süslü restoranlar olur, misal bizde Sirkeci'deki Orient Express Restoran. Keza yine sade bir tanesi Eskişehir tren garında vardı. İşte bu Grand Cafe de o geleneğin Amsterdam'daki temsilcisi. Vaktiniz olduğunda sırf ambiansı için en azından bir şeyler içmeye uğrayın derim.

Öğlen olurken, Pazartesi sabahları Noordermarkt Meydanı'nda kurulan bit pazarına geçiyorum. Meydanın yan tarafındaki sokak boyunca da uzanan bir pazar burası. Bu arada Singel 7 numarada yer alan eni 1 metrelik evin de önünden geçiyorum. Yolunuz buradan geçerken mutlaka görün bu evi de. Ardından Jordaan'ın şirin sokaklarında dolana dolana geliyorum Van Gogh Müzesi'ne. Dün bilet için 1.30 saat sıra beklemem gerekiyor diye önceden biletimi alıp mı geldim? Tabii ki hayır! "Dün pazardı ondan doludur, bugün kesin sıra olmaz!" mantığıyla gidiyorum müzeye ve evet hiç sıra yok gerçekten de :) Üşenmeyip bilet alsam daha iyiydi tabii ki. 2 saat sürüyor müzeyi gezmem. Amsterdam'da tek gezdiğim müze burası ve çok memnunum burayı görmüş olmaktan. Şansıma Munch'le Van Gogh'u karşılaştıran bir sergi de açılmış ve meşhur Çığlık tablosunun bir versiyonu da müzede sergileniyor.


Akşam iş çıkışı Utku'yla buluşup yemeğe gidiyoruz. Sağ olsun şehrin en iyi vejetaryen mekanlarından birini bulmuş. Prinsengracht'taki Bolhoed'un menüleri en açı bile tatmin edecek kadar büyük. Vejetaryenler kaçırmasın, sağlıklı sebze yemekleri arayanlar da mutlaka gelsin bu şirin restorana. Dün gecenin ardından bu gece ikimizin de ibadet edesi yok. Bi birayla kapatıyoruz geceyi.

Sabah 7'de kalkıp, Amsterdam'a "Görüşürüz" deyip düşüyorum Brüksel'e doğru yollara. Torino'ya gidene kadar yolda 2-3 şehir daha var ziyaret edeceğim.

Fotoğraf Listesi:

1- Amsterdam birbirinden şirin, daracık evleriyle ilgi çekiyor.
2- Işık Festivali sırasında gördüğümüz işlerden biri: Suların ortasında bir atlı karınca. Ben ısrarla bunun küresel ısınmaya atıfta bulunduğunu iddia etsem de arkadaşımı bir türlü razı edemedim.
3- Amsterdam'da ulaşımın en önemli aktörü olan bisikletlerle ilgili tek problem park yerinin sınırlı olması. Şehrin her yeri kilitlenmiş bisikletlerle dolu. Bu resimdeki de durumun vehametini anlatmaya çalışan sanatçının çalışması.
4- Güzel binaların yanı sıra kanallar üzerinde de çok sayıda ev Amsterdamlılar tarafından kullanılıyor
5- Amsterdam'ın büyük bir kısmı doldurma ve bu fotoğrafta da görebileceğiniz üzere temeli sağlam olmayan binalar zaman içinde bir tarafa yatabiliyor. Bu resimdeki bina da öne çıkıntı yapmış.
6- 2. Dünya Savaşında öldürülen LGBT bireyler için 1987'de açılan anıt. 3 üçgen şeklinde inşa edilmiş anıtın her bir parçası LGBT bireylerin dünü, bugünü ve yarınını temsil ediyor. 

Önerilen Sayfalar:
Huzur Dolu Şehir Utrecht
Brüksel ve Art Nouveau
Lüksemburg
Bruges ve Antwerp'te Bir Haftasonu

3 Ocak 2016 Pazar

Huzur Dolu Şehir Utrecht

Aralık 2015 ve bu sefer Hollanda'dan başlayıp nerede biteceğini yolda netleştireceğim 2 haftalık Avrupa gezisine çıkıyorum. İlk şehir Utrecht. Hollanda'yı gezmeye Utrecht şehrinden başlama sebebim o şehirde lisansüstü eğitimi alan arkadaşımı görmekti. Amsterdam Schipol (Şipol değil Skipol şeklinde okunuyor) Havaalanı'nda pasaport polisini çok rahat geçip tren bileti satan gişeden 9.5 €'ya biletimi aldım. Şansıma 3 dakika sonra geldi tren; öncesinde sarı makinalara 2 saniye biletinizi okutmayı unutmayın.

Utrecht Central Station'da Meltem'le buluşup hasret giderdik. 5 aydır görmemiştim kendisini. Gardan merkeze kolayca yürüyüp hemen merkezdeki, şehrin sembolü olan kilise kulesinin yanındaki Brassarie Domplain'de aldın soluğu. Öğle yemeği, kahve ve sohbet için tercih edilebilecek güzel bir mekan burası. Meltem Utrecht'in nasıl bir yer olduğunu, burda hayatın nasıl geçtiğini anlatıyor. Önce kısaca ve anladığım kadarıyla Utrecht'ten bahsedeyim: 

Tarihi 2000 yıl önceye giden Utrecht bugünlerde  bir öğrenci şehri. Şehirdeki üniversite sadece Hollanda'nın değil Avrupa'nın da en iyi üniversitelerinden birisiymiş. 3 kampüsünden şehir merkezindekini gezme şansım oldu. Boğaziçi Üniversitesi gibi Amerikan Kampüsü zihniyetinde değil şehrin merkezindeki eski binalardan oluşan kısım ama diğer 2 kampüsten biri etrafı çevrili, yeşillikli Amerikan kampüsü şeklindeymiş. (Üçüncü kampüs hem uzak hem de kötüymüş...) Okumaya buraya gelenler için keyifli bir ortam olduğu kesin.

Utrecht'in merkez kısmı çok kompakt. Şehri yürüyerek gezdik ama bisiklet de uygun bir seçenek. Şehrin her yeri park halindeki bisikletler ve yollarda dolaşan bisikletlilerle dolu. 2. Dünya Savaşında bombalanmamış olması nedeniyle şehrin eski yerleşim kısmı iyi korunmuş. Şirin ve sakin bir kasaba görünümündeki Utrecht yaşamak için de çok uygun görünüyor. Burada eğitimine devam eden Meltem'in de keyfi gayet yerindeydi. Türkiye'yle kıyaslanmayacak kadar güvenli ve huzurlu bir şehir Utrecht.

Meltem'in kaldığı yere güneye doğru gidince şehrin daha yeni sokaklarından geçiyoruz. Bisikletini park ederken şehirde bisiklet hırsızlığının ne kadar yaygın olduğundan bahsediyor. 

Utrecht, Amsterdam kadar çok olmasa da içinden kanallar geçen bir şehir. Oudegracht kısmı özellikle, ortasından geçen kanalı, iki kenarında kafeler, restoranlar ve dükkanlarla en ilgi çekici yerlerden biri. Bolca ikinci el kıyafet, eski ev ve süs eşyaları satan mağazalar var burada. Akşam yemeğini buradaki Tay restoranında yiyoruz. Almanlar gibi Hollandalılar da mutfak kültürü gelişmemiş bir toplum. O yüzden şehri başka milletlerin restoranları kaplamış her yeri.
Kanal boyunca devam eden yollardan kanala doğru indiğinizde su kenarında yeme içme mekanları göreceksiniz. Eskiden depo olarak kullanılan bu mekanların önlerine masalar atılmış. Özellikle sıcak havalarda burada takılmak çok keyifli olur eminim ki, biz soğuk havada kapalı mekanları tercih ediyoruz. Bu arada sokakta yerlere işli harfler dikkat edenlerin gözüne ilişecek. Oudegracht boyunca uzanan bu harfler yıllar sürecek bir şiirin sokağa işlenmesi sürecini gösteriyor. Her hafta bir harf ekleniyor sokağa. Bir yandan şiir yazılırken bir yandan da sokak harflerle kaplanmaya devam ediyor. 

Köprüden kanalın öbür tarafına geçer ve daracık ara yoldan Lange Nieuwstraat'a geçerseniz St. Catherine Katedraline ulaşırsınız. Buradan kuzeye devam ederseniz Domtoren kulesi ve hemen yanında St. Martin Katedrali çıkacak karşınıza. Şehrin bu eski yerleşimindeki sokaklarda gezmek de çok keyifli. Ben buradan kuzeye devam edip Rijn en Zon değirmenine gittim. Malum Hollanda demek değirmen demek, hala daha tek tük değirmenleri koruyorlar. Bunun alt katı dükkan üstü de sanırım konut. Bir değirmende yaşamak keyifli olurdu.

Yol üstünde bir de Nijntje (ismi zor okunan meşhur tavşan - Hollanda dışında Miffy olarak biliniyor) heykelini gördüm. Utrechtli yazar Dick Bruna'nın yarattığı bu çarpı ağızlı tavşan karakteri mutlaka daha önce karşınıza çıkmıştır. Ben hafızamı zorlayınca hatırladım. Şehrin her yeri Nijntje karakterleriyle kaplanmış. Yazarın evi de müzeye çevrilmiş eğer karakterin deli hayranıysanız gezebilirsiniz.

Bir de Christmas geliyor diye Saint Klause ve Black Piet'i her yerde görebilirsiniz. Hollandalılar Saint Klause'un meşhur Santa Clause'dan tamanen farklı bir figür olduğuna inanıyorlar. Zaten yardımcısı Black Piet karakterini de ilk kez duydum. Black Piet ülkede ırkçılık tartışmalarını da alevlendiren bir figür. Şimdilerde yardımcısı moduna çevrilse de zamanında bildiğiniz kölesiymiş bu mavi gözlü, zenci, İspanyol karakter. Saint Klause sıcak iklimlerden geliyor Hollanda'ya; malum Santa Clause'un evi Kuzey Kutbu'na yakındı.

Şehri terk etmeden önce merkezdeki Le Journal'de bir şeyler atıştırdık. Kahvaltısı güzeldi; keza çalışanların yaklaşımı da.

1 günlük Utrecht gezisi sonrası Amsterdam'a gitme vakti geldi.

Fotoğraf Listesi:

1- Şehrin merkezindeki kilisenin önünde poz veren Meltem
2- Utrecht'in kanalları yazın kim bilir nasıl cıvıl cıvıldır
3- Oudegracht boyunca yazılmakta olan şiir. Şiirin şimdiye kadar yazılmış kısmının Hollandaca ve İngilizcesini merak ediyorsanız şu adresi ziyaret edebilirsiniz: http://www.delettersvanutrecht.nl/en/home/het-gedicht/
4- Gökkuşağı renklerine boyanmış yaya geçidi. Trafik ışığında da Miffy'yi görebilirsiniz.
5- İşte Black Piet ve Saint Klause.

Önerilen Sayfalar:

Heildelberg
- Amsterdam
- Brüksel
Lüksemburg
Bruges ve Antwerp'te Bir Haftasonu