Corto Maltese etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Corto Maltese etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Mart 2016 Salı

Brüksel ve Art Nouveau

Ve Brüksel'deyim. Öğlen gibi Noord İstasyonunda inip hostelime geçtim. Daha önce iş için defalarca gelip bir kaç saatliğine sokaklarını arşınladığım Brüksel'e bu sefer çok daha fazla vakit ayırabilirim.

Çantamı hostelin bagaj odasına atıp vurdum yollara. Atomium Brüksel denince çok kullanılan bir sembol ama biraz şehrin dışında. Eminim metroyla çok kolay ulaşılıyordur ama ben hem şehrin havasını koklamak hem de yürüyüp şehrin tadını çıkarmak için 1.30 saat kadar dolana dolana gidiyorum Atomium'a. Önce 1900'lerin başında inşa edilmiş olan Sacred Heart Bazilikasını ziyaret ediyorum. Çok büyük bir tapınak olmuş burası. Ardından haritada yakınlarda bir şato olduğunu görüyorum. Şehrin daha eski yerleşimlerinden geçip önce lüks konutlara sonra da şatonun olduğu koruluğa ulaşıyorum. Ne yazık ki şato özel mülkiyet olduğu için ziyarete kapalı. 

Sonunda Atomium'un ordayım. Hani bir Expo Fuarı vardı; İzmir adaydı da Milano kazanmıştı. İşte o Expoların 1950'lerde yapılmış bir tanesi için inşa edilmiş bu yapı; tıpkı zamanında Eiffel Kulesi'nin Expo için inşa edilmesi gibi. Eiffel Kulesi Atomium'dan daha meşhur tabii ama bu yapı da onun kadar etkileyici. Atomium'un fotoğrafını buraya çekine çekine koyuyorum çünkü telif hakları konusunu öyle bir noktaya taşımış ki Belçika Telif Hakları Ajansı, fotoğrafını koyanlara bile "Sizi dava ederim!" şeklinde mail atıyormuş. Bakalım bu blogu görüp bana da mail atacaklar mı? :)

Yürüye yürüye merkeze gelirken kocaman bir duvarın boydan boya Corto Maltese bölümlerinden karelerle kaplandığı bir duvar dikkatimi çekiyor. Belçikalılar dünyada Corto Maltese'i en çok seven millet olabilir; daha önce de ikinci el çizgi romanlar satan bir dükkanda 70'lerde Belçika'da yayınlanmış Corto dergileri bulmuştum. Rick'in Sanat Botunun bağlandığı kanalda yer alan duvar resmi daha ne kadar durur USC bilir.

Şehir merkezinde hostelimin hemen arkasında yer alan çizgi roman müzesi bir sonraki ziyaret edeceğim yer. Yarın günümün önemli bir kısmını Art Nouveau'ya ayıracağım, bu bina da Belçika'da Art Neuveau denince ilk akla gelen mimar Victor Horta'nın elinden çıkmış. Girişinde yer alan dükkanda Corto'nun Hugo Pratt öldükten yıllar sonra bu sonbaharda yayınlanan 13. bölümü bir kaç hafta önce satışa çıkmış. (Bu arada şehir merkezinde sıra sıra çizgi roman dükkanları da bolca seçenek oluyor haberiniz olsun.)

Aralıkta erken kararıyor hava, ben de biraz hostelimde dinlenip ardından soluğu Delirium'da alıyorum. Bildiğim kadarıyla Brüksel'in en meşhur barı burası; dünyada en çok çeşit birayı bulunduran bar bile olabilir. Bir dönem aynı isimle Taksim'e de bir bar açılmıştı ama çok dayanamadı. Neyse ki artık eskisinden daha fazla çeşit bira var piyasada.

Brüksel'deki ikinci günümde Art Nouveau'nın peşinde yürüdüm durdum. Bunu ayrıca anlatayım size hem belki Brüksel'de sanatsal bir macerayla yürümek isteyenler çıkar. Önce şehir merkezinde, haritada ucu aşağıya bakan bir beşgen gibi gözüken bölgede neler görülebilir onu anlatayım.

Öncelikle Brüksel'in merkezi Grand Place altın yaldızla parlatılmış binalarıyla çok ilgi çekici bir meydan. Brüksel'in ilk başladığı nokta burası. Zamanında pazar yeri olan meydan gittikçe bölgede yerleşimin gelişmesine vesile olmuş. Meydanı ellenmekten parıl parıl parlayan kadın heykelinin yanındaki aradan (Rue de l'Etuve) terk edip 50-100 metre yürürseniz bu sefer Brüksel'in meşhur işeyen çocuk Manneken Pis heykeli karşınıza çıkıyor. Heykelle ilgili rivayetler muhtelif; kâh patlamak üzere olan bombanın fitiline işeyip söndüren bir çocukla ilgili efsane anlatılıyor kâh buralarda kaybolan zengin bir kadının çocuğu kenarda işerken bulununca kadının bu heykeli yaptırdığı. Her ne olduysa olmuş ve bu heykel günümüzde bir çok yerde karşımıza çıkan (filmlerde görmüş olabilirsiniz mesela böyle heykeller) işeyen çocuk figürünün ortaya çıktığı yer olmuş. Bu heykelin kız çocuk versiyonu Jeanneke Pis de 1980'lerde Delirium'un olduğu sokağa yerleştirilmiş.

Güneye devam ederseniz Place du Jeu de Balle'de öğlene kadar açık olan bit pazarı çıkacak karşınıza. Bunun az altında da Halle Gate. Günümüzde müze olarak kullanılan Halle Gate zamanında şehrin kapılarından biriymiş. Yıllar boyunca şehrin surları ve kapıları yıkılmış ama burası zindan olarak kullanıldığı için günümüze kadar ulaşabilmiş.

Buradan geriye doğru dönüp Palais de Justice yani Adalet Sarayı'na ulaşabilirsiniz. 2015 Aralık ayı Paris'te bombalı saldırıların hemen ertesi olduğundan Brüksel'de güvenlik önlemlerinin çok arttırıldığı bir dönemdi. Tren Brüksel'e gelirken eli silahlı bir asker çantamı didik didik aradı. Sokaklarda özellikle sinagog ya da önemli devlet binalarının önünde elinde uzun namlulu tüfeklerle askerler nöbet tutuyorlardı. Adalet Sarayı'nın önü de aynı durumdaydı anlayacağınız. Adalet Sarayı eğimli bir arazinin üst tarafına inşa edilmiş. Eğer tırmanmaya üşenirseniz alt caddedeki asansörle de çıkabilirsiniz. Adalet Sarayı'nın hemen yan tarafında 1. ve 2. Dünya Savaşında ölen piyade askerler anısına dikilen anıt da bu eğimli topografyadan faydalanıp şehir manzarasına doğru bakıyor.
Bir yan sokağa dönerseniz Avrupa'nın Büyük Sinagogu karşınıza çıkacak. Yine önünde silahlı askerler olan, kapıları ziyaretçilere kapalı, sinagog olduğu çok zor anlaşılan bir Yahudi Tapınağı var karşımızda. Dünyanın bir çok ülkesindeki Sinagogun ortak noktaları bunlar sanırım.

Brüksel'in önemli turistik yerlerini görmüş durumdasınız aslında. Ama eğer mimari peşinde Brüksel sokaklarında yaklaşık yarım günlük bir yürüyüş yapmak isterseniz size bir öneri sunabilirim.

Öncelikle gerekli malzemeler:

- Rahat bir yürüyüş ayakkabısı ve mevsime uygun kıyafet

- Tablet ya da akıllı telefonunuz varsa ücretsiz Triposo uygulaması ya da sokak isimlerini de gösteren detaylı harita
- Bilmeyenler için internette Art Nouveau'yu (Arnua okuyun havalı oluyor) anlatan bir tanıtıcı yazı - ki gezi sizin için daha anlamlı olsun.

Bu gezide sırasıyla görülecekler:

- Hotel van Eetvelde

- Maison St-Cry
- Temple of Human Passion
- Cauchie House
- Hotel Solvay
- Hotel Tassel
- Horta Museum

Art Nouveau ilhamını doğadan alan ve mimari, dekorasyon, tasarım ve resimde kendini gösteren bir sanatsal akım. Victor Horta'nın Brüksel'de yaptıklarından sonra Gaudi'nin Barselona'da yaptıklarını da bu akıma dahil edebiliriz.

Şimdi 'Arnua' peşinde yollara koyulabiliriz. Önce Türklerin yaşadığı sokaklardan geçip Horta'nın 1893'te inşa ettiği Maison Autrique'e gidiyorum. Chaussee de Haecht'te 266 numarada yer alan bu yapının tam karşısında Meyhane isimli bir Türk Restoranı yer alıyor.

Ardından Avenue Palmerston'un gölete yakın kısmında bulunan Hotel van Eetvelde'e geçiyorum. Bu bina Özgür Kongo Devleti adı altında Afrika'da Belçika sömürgesi olan toprakların yöneticisi Edmond van Eetvelde için yapılmış. (Batıda sanatın gelişmesinin dünyanın geri kalanının sömürülmesi üzerine kurulu olduğunu bu örnek çok güzel gösteriyor sanırım.)

Yeşillik Ambriorix Meydanı'nın kuzeyine geçince bu sefer karşınıza Maison St-Cry çıkıyor.


Cinquantenaire Parkı'nın girişinde yer alan The Temple of Human Passions'ın mimarı da Horta lakin bu yapı henüz Art Nouveau tarzını ortaya çıkarmadan önce neo klasik tarzda tasarladığı bir yapı. İçindeki rölyef de yapı kapalı olduğu için görülemiyor.

Cinquantenaire Parkı'nın öbür tarafına geçince Rue des Francs'ın girişinde bu sefer başka bir mimarın, Paul Cauchie'nin, elinden çıkma Cauchie Evi çıkıyor karşımıza. Eşiyle beraber biraz da kendi reklamlarını yapmak için inşa ettikleri bu binanın üst katları bugünlerde kiralanabiliyor. Zamanında binanın ünlü Belçikalı çizer Herge'in meşhur karakteri Tenten için müzeye dönüştürülmesi düşünülmüş ama bu proje bir türlü hayata geçememiş.

Brüksel'de 3 tane daha Horta'nın elinden çıkma Art Nouveau ev yer alıyor. İlki Avenue Louise'de yer alan Hotel Solvay. Zengin bir Belçikalı kimyagerin oğlu Armand Solvay için yapılmış bu yapıda da Horta hiç bir detaydan kaçınmamış.


Bir sonraki ev Hotel Tassel, Hotel Solvay'a çok yakın. Yolun karşısına geçip Rue Tasson Snel'e girince karşınıza çıkıyor. İlk gerçek Art Nouveau ev kabul edilen bu yapı 1893-1894 yıllarında inşa edilmiş. Horta'nın diğer Art Nouveau eserleri gibi bu da UNESCO Dünya Mirası Listesi'nde yer alıyor.

Buraya kadar olan evlere uzaktan bakıp dış cephesine hayran kalmak çok güzel de Art Nouveau baştan başa tüm evin ve ev içindeki detaylarla objelerin de tasarlanması gerektiğine inanan bir akım. Ne yazık ki yılda 1-2 kez ziyarete açılan günlere denk gelmediyseniz ve bu günlerde de özel gruplar içinde yer alıp yaklaşık 40 € ziyaret ücreti vermediyseniz şimdiye kadarki evleri ziyaret etme şansınız yok. Ancak en son ev Victor Horta'nın kendi evi artık müze olarak hizmet veriyor. Hotel Tassel'e 300-400 metre uzaklıktaki Horta Müzesi 14.00 - 17.30 saatleri arasında açık ve 8 €'ya gezilebiliyor. İşte asimetrinin ne kadar uyumlu eserler ortaya çıkarabileceğini, ev içinde elektrik anahtarlarından dolap tasarımına, yer mozaiklerinden merdiven korkuluğuna her detayın düşünülmesinin neler ortaya çıkarabileceğini bu evde görebiliyorsunuz. Ne yazık ki içeride fotoğraf çekmek yasak ama müzenin dükkanında satılan Victor Horta'yı anlatan kitap bu evin her türlü detayını hem gösteriyor hem de Art Nouveau'yı ve Victor Horta'yı detaylı şekilde anlatıyor.

Art Nouveau yapılar bu kadar mı? Tabii ki değil. Rue de l'Aqueduc'ta yine Horta'nın elinden çıkma Maison Sander Pierron, Jules Brunfaut'un Avenue de la Jonction'daki Hotel Hannon'u, Defacqzstraat'ta Paul Hankar'ın yaptığı Maison Personelle ve Maison Ciamberlani, Rue Faiderstraat'ta Albert Roosenboom'un tasarladığı Maison Personnelle... Eğer şimdiye kadar gördüklerinizi begendiyseniz 2-3 sokak yakınınızdaki bu Art Nouveau eserleri de görebilirsiniz.

Bu arada Hotel Tassel'in hemen yan sokağında (Rue de Livourne) yer alan La Tsampa vejetaryen yemekler sunan bir restoran. Öğlen 12.00 - 14.30 arasında öğlen yemeği için burayı ziyaret edebilirsiniz. 

Peki o kadar gezdik ya yemekler? Öncelikle envai çeşit sosla sunulan patates kızartmasını kaçırmamanızı tavsiye ederim. Benim favori sosum Endülüs. Samuray'ı da seviyorum. Bir de meşhur Waffle'ı var tabii Brüksel'in. Ben özellikle Waffle Factory isimli mekanın Waffine'ini çok beğendim. Daha sonradan Belçikalı bir arkadaşımla sohbetimde Maison Dandoy'un Waffle'ının daha güzel olduğunu öğrendim; bir dahaki sefere oraya uğramayı düşünüyorum. Bu iki mekan da Grand Place'in yukarıda bahsettiğim kadın heykeli tarafındaki sokağından çıkınca biri ilk solda diğeri ikinci solda yer alıyor. 


Brüksel'e 3 gün ayırdım ama 2 gün yetti bana. Kalan bir günümde de Lüksemburg'a gideyim bari; hazır buralara kadar gelmişken orayı da görmüş olayım. 


Fotoğraf Listesi:


1- Atomium

2- Corto Maltese çizimleriyle kaplı duvar
3- Brüksel'in meşhur komik heykellerinden biri
4- Ve bu heykellerden en meşhuru İşeyen Çocuk - Manneken Pis
5- Hotel van Eetvelde
6- Cauchie Evi

Önerilen Sayfalar: 

Heildelberg - Bruges ve Antwerp'te Bir Haftasonu
Lüksemburg
Amsterdam
Huzur Dolu Şehir Utrecht
- Gaudi'nin Art Nouveau etkisiyle Barcelona'da yarattığı şaheserler için: Barcelona'da Gaudi'nin peşinde gezmek...

15 Ekim 2010 Cuma

Paris'te İki Günde Ne Yedim?


Paris için her yerde "bir hafta bile bu şehri tam olarak gezmek için yeterli değil" dendiğini duymama rağmen, Paris'e bu ilk gezim için sadece 2 günüm var. Yıllar önce geçerken bir uğradığım Paris'te tek gördüğüm yer Eyfel Kulesi'nin çevresiydi, o da gecenin bir vakti 2-3 saatliğine. Bu sefer de ateş almaya gelmiş gibi iki güne her şeyi sığdırmak zorunda olduğumdan, turistik bir geziden ziyade Paris'in havasını koklamak niyetindeyim. Eylül 2010 sonu ve yalnızım...


Sabah erkenden neredeyse bana uçağımı kaçırtacak bir kalabalığın içinden son anda sıyrılıp kendimi uçağımın koltuğuna attım. 3 saat 15 dakika süren yolculuğun ardından Charles de Gaulle Havaalanındayım. Buradan şehre ulaşmanın en makul yolu metro. Yanımda Google Earth'un haritasıyla Chatelet durağında metrodan inip göz kararı ve harita yardımıyla Nation Meydanı'na doğru yürümeye başlıyorum. Notre Dame Kilisesi, Louvre Müzesi ve bilimum tarihi yapının önü turist kaynıyor. Benim tercihim bu kalabalığın içinde kaybolmadan şehri tanımak, o yüzden tüm gezi boyunca hiç bir müze, kule ya da tarihi yapıyla ilgilenmeyeceğim. Bir tek Picasso Müzesi'ne gitmek niyetindeydim ama o da şansıma 2012 yılına kadar tadilattaymış. Tamaris Otel'e ulaşmam 1 saati buluyor. Aslında otelin hemen önünde metro durağı var ama amacım şehrin havasını koklamak olduğundan yürümek daha cazip geliyor.


Eylül ayının son günleri İstanbul'da tişörtle geziyordum. Paris'te havanın biraz daha soğuk olduğunu öğrensem de, bu kadar soğuk bir hava beklemiyordum. Sarkozy, Akdeniz Birliği oluşturmaya çalışınca ben de Fransa'yı Akdeniz ülkesi sanmıştım, nereden bileyim Paris'in İskandinav Yarımadasında olduğunu? Delikli spor ayakkabılarımın içindeki ayaklarım soğuktan donuyor, neyse ki kazak ve atkı almışım yanıma.


Tamaris Otel 2 yıldızlı, şehirden izole edilmemiş, metroyla her yere ulaşılabilecek ayrıca etrafında tek tük cafeler de olan bir yerde. Odalar çok küçük hele banyo-tuvalet minyatür boyutta. Fiyatları da gayet yüksek ama Paris'te bundan uygun bi otel bulamadım ne yazık ki. İstanbul'la karşılaştırınca gayet pahalı bir şehir Paris.


Otelden çıkınca ilk gördüğüm cafede biraz dinlenmek biraz da keyif çatmak için, yakınlardaki Nation Meydanı'ndaki Le Triomphe isimli kafede Creme Brulee siparişi verdim. Karamelle pek aram olmasa da Creme Brulee'yi ilk tattığım günden beri favori tatlılarım arasına koymuştum. Bu yediğim de fena değildi. Belki daha güzel yapan yerler de vardır.


Yürüyerek Eiffel Kulesine doğru ara sokaklara dalıyorum, Saint Nehri kıyısında dolaşıyorum ve en son Album isimli çizgi roman dükkanında buluyorum kendimi. Gezdiğim şehirlerde Corto Maltese ürünleri aramak adetimden Paris'te de vazgeçmedim ve bu sefer elime Corto Maltese çizgi romanlarından yola çıkılarak yapılmış 3 CD'lik bir album, bir kaç kartpostal ve Türkçe'de yayınlanmamış bir kaç Corto Maltese albümünün renkli-Fransızca versiyonları geçti. Buraya resmini de koyduğum bez afiş çok hoşuma gitse de fiyatı çok yüksek olduğundan elim cebime gitmedi ne yazik ki; belki ilerleyen dönemlerde yeniden karşıma çıkar.


Akşam yemeği için zorlu uğraşlar sonunda Le Zinc d'Honore isimli bistroyu buluyorum. Yağmur, açlık, susuzluk ve yorgunluğum bu zorlu arayışta gittikçe artıyor. Bu güzel cafenin girişinde bir garson bana "tuvit tuvit" deyip duruyordu. Garsona önce Fransızca bilmediğimi lütfen İngilizce konuşmasını söyledim. Kendisinin cevabı "Zaten İngilizce konuşuyorum" şeklinde olunca 3-5 saniye birbirimize bakıp durduk. Ortam gerginleşmeye başlamıştı. "Peki, lütfen baştan alabilir miyiz?" dedim ve o zaman anladım "Do you want TO EAT or to drink" dediğini. Bu 'güzel' aksanına rağmen kendinden bu kadar emin tavırlarına lanet edip "tuvit" diyerek oturdum yemek yenecek bir masaya... Neyse ki bu uygun fiyatlı bistroda içtiğim Soğan Çorbası çok lezzetliydi, Lamb Madallion idare ederdi ve Nutellalı krep hiç fena değildi...


Ertesi sabah erkenden kalkmak niyetindeyim ama bir gün önce 3-4 saat yürümüş olmak beni çok yormuş. Sabah Nation durağından metroyla Pigalle durağına geçiyorum. Amacım Rose Bakery isimli pastane-cafeyi bulmak. Rose Bakery'de 3 çeşit kek seçip yanına da earl grey çay söylüyorum. Kekler gerçekten çok lezzetli. (Fıstıklı ve vişneli olanlar hele...). Montmartre'a tırmanıp biraz Paris manzarasına biraz da ressamlara takılıyorum ama etraf turist kaynıyor. Ben de dolana dolana yürüyerek Forum Les Halles'i buluyorum. Düşündüğüm daha underground bi alışveriş merkeziydi ama burası bizim bildiğimiz alışveriş merkezlerinden farksız. Henüz H&M Türkiye'ye gelmediğinden oradan bir kaç alışveriş yapıyorum sadece. Bu arada Paris'te tuvalet bulmak çok büyük bi problem. Sokaklardaki o para atılarak girilen tuvalet kabinlerini kullanmayı öğrenmek iyi bir fikir, yoksa 2-3 saatte bir bi kafede mola vermek zorunda kalabilirsiniz.


Öğleden sonraya doğru açlığımı bastırmak için Le Flore en I'lle'e gidiyorum. Omlet ve dondurmalı krep açlığıma iyi geliyor. Paris'te gece eğlenmek için nerelere gidilir hiç bilmiyorum ama ben tercihimi Crazy Horse Show'dan yana kullanıyorum. İstanbul'da striptiz show izlerken kazıklanmayacağınız ender mekanlardan olan Harbiye'deki Regina'da alkollu bi gecenin sonunda arkadaslarimin zoruyla izlediğim Crazy Horse Show'un orijinalini merak ediyorum. Gayet yuksek meblaalı biletler ve hepsi birbirinden şık kadınlı-erkekli grubun içinde izlediğim show pek bir şeye benzemiyor ama Türkiye'deki amatörlükten de eser yok... Çok profesyonel bir ekip ışıklarla, müziklerle Regina'dakinden çok daha enteresan bir show hazırlamıştı. Yine de gidecek olanlar beklentilerini yüksek tutmasa iyi olur.


Sabah erkenden Eiffel Kulesine gidiyorum belki tek ziyaret ettiğim yer Eiffel Kulesi olur ve ben Paris'i öyle terk ederim diye. Sabahın ilk saatlerinden itibaren oluşmaya başlayan kuyruk beni yine caydırıyor. Uzun bir yürüyüşle bu sefer Saint Nehrinin güneyinde dolaşıp yine metroyla havaalanına atıyorum kendimi. Belki daha sonra bu sefer yalnız olmadan geldiğimde farklı bir Paris Gezisi anlatırım size ve bu anlattıklarım o gezinin demosu olur sadece...


Notlar ve Bahsi Geçen Mekanların Adresleri:


- Havaalanı şehir merkezi arasındaki ulaşım metroyla 8 euro. Şehir içinde tek yön metro 1,70 Euro.


- Tamaris Hotel'de iki gece konaklamak için 180 Euro ödedim. Şehir Merkezi'ne kolay ulaşılabilir oteller arasında en uygun fiyatlı bulabildiğim otel buydu. http://www.hotel-tamaris.fr/


- Album Comic Store: 8 rue Dante, 75005.Saint Nehrindeki Ile de la Cite Adasının hemen güneyinde yaklaşık 200-300 metre uzaklıkta. Corto Maltese CD'si 40 Euro, fotoğrafını da koyduğum bez afiş 150-160 Euro civarındaydı.


- Le Zinc d'Honore: 36 Place du Marche St-Honore, 75001 Rue St Roch'un bir batısındaki sokakta. 3 çeşit yemeğe 25 Euro hesap ödedim.


- Rose Bakery:46 rue des Martyrs, Pigalle durağına yürüyerek 300-400 metre.


- Le Flore en I'lle: 42 quai d'Orleans. Ile St Louse Adasının güneyindeki caddesinin en batı ucunda.


- Crazy Horse Show: Bilet fiyatları barda 70 Euro. Benim aldığım ve bardan pek de farklı olmayan Gold kategoride 100 Euro, VIP kısmında 1000 Euro. http://www.lecrazyhorseparis.com/


- Türkiye'ye dönmeden önce benim gibi peynir manyaklarına tavsiyem herhangi bir supermarkete uğrayıp peynir reyonunu talan etmeleri. Emmentel'dense Hollandalıların Maasdam'ını tercih eden birisi olarak ikisinden de uygun fiyata bulunca çantamı doldurdum. Farklı peynirleri de hiç fena değildi...


Fotoğraf Listesi:


1- Eiffel Kulesi

2- Saint Nehrinde trafik işaretleri
3- Corto Maltese afişi
4- Saint Nehrinin içindeki heykellerden biri
5- Crazy Horse Show
6- Eiffel Kulesinin daha sanatsal ve müstehcen bir versiyonu

Önerilen Sayfalar:


- MalagaBaden Baden ve Strasbourg
- Yetişkinler için gece eğlencesi: Amsterdam 

dinceryazici79@gmail.com

4 Eylül 2010 Cumartesi

Lizbon - Fado'nun büyüsü

2009 Martının son günü, Barcelona ve Madrid'deki 9 günün ardından 3 günlüğüne Lizbon'a geçeceğiz. Madrid'den yataklı vagonla Lizbon'a geçmek biraz pahalı olsa da (2 kişi 200 Euro) akşam 22:25'te kalkan trenimiz sabah 7:45'te Lizbon'a varana kadar sınır geçişi dahil kimse bizi rahatsız etmiyor. Portekiz'le İspanya arasındaki bir saat saat farkını hesaba katmadığımızdan kahvaltı için yemekli vagona bir saat erken gitmişiz. Kahvaltımızı istediğimizde garsonların yüzündeki memnuniyetsizlik bundanmış.

Lizbon'da Sweet Home isimli hostele geçtiğimizde ilk memnuniyetsizliğimiz başlıyor. Çift kişilik yatak olmadığından 3 kişilik oda tutmuşuz ve yataklar birleşmemek üzere tasarlanmış. Memnuniyetsizliğimiz sonucu hostel sahibi Anna bize indirim yapıyor, kişi başı 20 Euro'ya konaklıyoruz hostelde. İspanya'dan sonra Portekiz'in fakirliği de başka bir rahatsızlık sebebi. Dümdüz şehirlerde haritayla şehri keşfetmeye alışmışız ama Lizbon gibi engebeli bir şehirde haritada kısacık görünen bir yol aslında çok uzun ve engebeli bir yolculuk gerektiriyor, hatta bazen yakın iki nokta arasında yol bile bulamıyoruz. İstanbul'da Harbiye'den Kurtuluşa dümdüz geçmeye çalışmak gibi bir şey bu...


Feira da Ladra (Hırsızlar pazarı demekmiş) denilen halk pazarına gitmek için sanki şehri çok iyi biliyormuşçasına otobüse atlıyoruz. Ancak yaptığım yanlış hesaplar yüzünden şehrin fakir arka mahallelerinde uzun süre yürümek zorunda kalıyoruz. Lizbon için yol kenarlarına işeyen adam figürü çok normal bir sahne. En sonunda pazara ulaştığımızda karşılaştığımız manzara eski püskü eşyalardan ibaret. Hani Vintage kıyafetler satan mağazalar ararken eskiciye girmiş gibiyiz. Pazarda en ilgimi çeken şey Corto Maltese'in Türkçe'de yayınlanmamış bir macerasının Portekizce renkli bir baskısını bulmam oldu.


Pazarın hemen yanında Panteao Nacional de Santa Engracia yer alıyor. Lizbon 1700'lerdeki bir depremde yerle yeksan olduğundan bu tarihten eski çok az yapı var şehirde. Ancak bu yapının terası Lizbon'a panaromik bir bakış atmak için ideal.


Deniz kenarında yaptığımız yürüyüş de bizi pek kesmeyince yine hostelimizin etrafında dolaşmayı tercih ediyoruz.


İkinci gün Baixa, Chiado ve Rossio civarında dolandık durduk. Yemek için tercihimiz Cafe A Brasilia. Lizbon'da yemek yemek tam bir işkence. İçinde domuz olmayan ürün bulmak için çok uğraşmak gerekiyor. Tavuk yok, etlerin de tadı bir garip. Yine en iyisi deniz ürünleri. Karides de bunların içinde en lezzetlisi. Ahtapot da tercih edilebilir bir lezzet.


Lizbon'a geldiğimizden beri akşam fado dinlemek için nereyi tercih etmemiz gerektiğinizi araştırıp durduk. En sonunda Time Out'ta uygun fiyatlı diye bahsedilen Mesa des Fradese'de karar kıldık. Lizbon'da unutulmayacak saatlerimiz böylece başladı. Alfama'daki mekanda yemekler yine Lizbon'daki her yer gibi damak tadımızın çok uzağında. Fadonun başlangıç saati 9 dense de 11'de başlıyor müzik. Biz 8'de gittiğimizden o saate kadar çoktan kafayı bulmuştuk şarapla :)


Küçücük mekan toplasan 20-25 kişilik. Fado söylenirken yemek ve içki servisi yok; sanırım yemek ve içmek de ayıp kabul ediliyor Portekiz adetlerine göre. 11'de kapı kapatılıyor. Kapının ağzına konan sandalyede oturan genç mandoliniyle çalmaya başlıyor ve ayaktaki kızımız da o içten sesiyle başlıyor söylemeye. 3 şarkının sonunda mekan konusunda ne kadar doğru bir seçim yaptığımızı anlıyoruz. Sahneye her çıkan 3-4 şarkı söyleyip yerini arkadaşına bırakıyor. Müzik bizi öylesine etkiledi ki ertesi gece için rezervasyon yaptırıp ayrıldık mekandan. Lizbon'da taksi fiyatları çok uygun, mekanımız da hostelimize çok yakın; 4-5 Euro'ya hostelimizdeyiz.


Sabah kalkınca acaba bu gece fado dinlemeye başka bir mekana mı gitsek önerisini atıyorum ortaya ama dün gecenin ne kadar büyüleyici olduğunu hatırlamam teklifimi geri çekmem için yeterli. Ama en azından yemeği başka yerde yiyip mekana gitmek konusunda anlaşıyoruz. Mürekkep balığı ve kırmızı etin ne kadar kötü olduğunu anlatamam... 90 Euroluk hesabın o yemeklere ödenmesi beni rahatsız ederdi eğer müzik bu kadar etkileyici olmasaydı.


Lizbon'da akşama kadar şehri turlamaya devam ediyoruz. Kaleye çıkıyoruz son günümüzde ama Madrid ve özellikle Barcelona sonrası Lizbon bize yeterince güzel gelmiyor. Neyse ki fado var. 3 günün açlığını atmak için metroyla Columbus alışveriş merkezine gidiyoruz. Burada yediğimiz makarna bile çok güzel değil ama önceki yediklerimizden sonra bu makarna cennetten çıkmış gibi. Mesa des Fradese'ye varışımız özellikle akşam saat 10'u buluyor. Acaba dün çok içtiğimiz için mi bu kadar beğendik programı? Bu gece daha az içiyoruz ayrıca yemek de yemediğimiz için hesap 33 Euro'ya düşmüş gecenin 2 buçuğunda mekandan ayrılırken. Bu sefer başka birileri var sahnede ve bunlar da dünküler kadar büyüleyici. Türkiye'ye döndükten sonra aldığımız hiç bir fado CD'si indirdiğimiz hiç bir mp3 nedense orada dinlediğimiz etkiyi vermiyor. Lizbon'a sırf fado dinlemek için yeniden gidilir. Sabah erkenden hosteli terkedip 4 saat sürecek uçak yolculuğu için havaalanına ulaşırken kulaklarımızda hala o güzel müzik çınlıyor...


Bahsi Geçen Mekanları Linkleri ve Adresleri:

1- Sweet Home Hostel

2- Feira Da Ladra
3- Santa Engracia
4- Mesa des Fradese: Rua dos Remedios 139 A, 00 351 218 871 452.

dinceryazici79@gmail.com


Önerilen Sayfalar:


Granada ve Al Hamra Sarayı - Avrupa'nın Batısında İslam Şaheseri - Malaga Barcelona'da Gaudi'nin peşinde gezmek...
Yataklı Trende Yolculuk